HAKÎKATİ ÖRTMEK EN BÜYÜK ALDANIŞTIR

Hakîkat bir kuşun kanadı gibi insâna yakın olsa da nasibi ve hesabı yüzünden bu hakîkati görmek istemeyenler, Allāh’ın mülkünde yaşadıkları hâlde O’na teslim olmaktan ve gönderdiği vahy ile yaşamlarını düzenlemekten kaçınmışlardır. Çünkü mülke ortak olmanın ve yönetmenin dayanılmaz tutkusu ve getirisi onları böyle bir davranışa itmiştir. Onlar Allāh’ın semâdaki egemenliğini kabul etseler de, bu irâdenin yeryüzüne/arza yansımasına aslā râzı olmamışlardır. Üstelik yeryüzünde varoluşlarını ve varoluşlarının devâmını da Rahmân olan Allāh’a borçlu olduklarını bildikleri hâlde bunu reddetmişler. İşte bu anlayış/inanç içinde şirke kucak açmış bu insânlara Allāh Mülk/20-21. âyetlerde şöyle seslenmektedir: “Rahmân’dan başka size kalkan olabilecek ve sizi [tehlikelere karşı] koruyabilecek kimse var mı? Bu hakîkati inkâr edenler, büyük bir yanılgı içindeler! Yahut Allāh geçim imkânlarınızı [elinizden] alacak olursa size rızık sağlayacak kimse var mı? Hayır, ama onlar, [bu hakîkati inkâr edenler, Allāh’ın mesajlarını] küçümsemekte ve [O’ndan] körü körüne inatla kaçmaktalar! ”[1]

Âyette “kalkan” olarak çevrilen kelimenin aslı “cünd”dür ve bu kelime “asker/ordu/güç” anlamına gelmektedir. Aslında “cünd” koruyucu ve kollayıcı her türlü gücün genel adıdır. Şimdi Allāh bu âyetle hâkîkati yalanlayanlara, kasten örtenlere şu can alıcı soruyu sormaktadır: “Ey cömertliğimin genişliği gereği her türlü imkânı önünüze serdiğim, rahmetimin kapsayıcılığıyla kuşattığım ve varoluşunuzu sağladığım insânlar, sizin benden başka dayanacak ve güvenecek ne gücünüz var?” Başka bir deyişle bu yanlış davranışlarınız yüzünden sizi azabımdan koruyacak/kurtaracak ve size yardımcı/dayanak olacak kim var? Aslında “Kim var?” sorusu “O güç semâvâtın ve arzın mülkünü elinde tutan benden başkası değildir” demektir. Âyetin sonunda ise Allāh, bu değişmez hakîkati inkâr edenlerin ve bir anlamda bile bile örtenlerin büyük bir yanılgı içinde olduklarını söylemektedir. Yanılgı, aldanış, sapkınlık olarak verilen kelimenin orijinali “gurur”dur. Yani kişinin kendini beğenmesi, kibirli olması, büyüklük taslaması, servetiyle övünmesi kısaca nefsini putlaştırmasıdır.

Mülk/21. âyette Allāh bu sefer kendinde güç vehmeden insâna bir başka soru daha yöneltmekte, verdiği rızkı keserse ve buna bağlı olarak da geçim imkânlarını elinden alırsa ne yapacağını düşünmesini istemektedir. Şüphesiz bu rızkın içerisine maddî ve mânevî, bâtın ve zâhir her türlü nîmet girmektedir. İşte Allāh bu nîmetleri vermediğinde insân nasıl bir duruma düşecektir. Üstelik insânın Allāh’ın vermediğini zorla alacak veya takdir ettiğini engelleyecek bir gücü de yoktur. Ona Allāh’ın yerine ve yanına koyduğu putları da yardım edemez. Çünkü insân inatçılık ve azgınlık içindedir.  Hakk’ın üzerine geçirdiği/örttüğü sahte örtüye güvenerek Hakk’a karşı çıkmaktadır. Nefsinin karanlığına bürünüp Nûr’a perde olduğunu zannetmektedir.

Allāh âyetin devâmında insânı bu açmaza getiren/düşüren psikolojik ve sosyolojik sebepleri temelde iki noktada toplayarak açıklamaktadır. Bu noktalardan biri “utüvv” yani “taşkınlık/azgınlık/haddi aşma”, diğeri ise “nüfûr” yani “nefret/uzak durma”dır. Ama sorun sadece bu iki davranış değildir. Bu nedenle âyette yer alan “leccû” eylemi konuyu anlamamızda önem taşımaktadır. “Lecce” fiili; düşmanlıkta devam etmek, bir işe sarılıp ayrılmamak, ısrar etmek, dayatmak, inat etmek anlamlarına gelmektedir. “Lecce” fiilinden türemiş olan “lücceten” ifâdesi de Kur’ân’da bazı âyetlerde “derin, yoğun, koyu, karanlık” anlamında kullanılmaktadır. Bu âyetlerde maddî ve mânevî anlam arasında bir bağ vardır. Anlaşılıyor ki sorun günâhtan daha çok günâhta ısrar etmekten kaynaklanmaktadır. Bu da mülke ortak olmak isteyenlerin iç dünyâlarındaki azgınlığın/ nefretin derinliğini, yoğunluğunu ve koyuluğunu bize göstermektedir. İşte insânları “kâfir” yapan bu inatlarından kaynaklanan hakîkati örtme gayretidir. Bu gayret de onların tevhîd inancına dönmelerini engellemektedir.

Kâmil bir zât “Namazı mi‘râc kılan ikinci secdelerdir”[2] dediğinde çok düşündürmüştü bu söz beni. Sonradan bu sözün ne anlama geldiğini idrâk ettim. Gerçekten de namazda kıyamdan, rükûdan geçerek ve gittikçe küçülerek ulaştığımız secde, varlığımızı yok etmenin, hiçliğimizi duymanın en anlamlı eylemidir. Aynı zamanda secde kulun Allāh’a en yakın olduğu hâldir. Ama bu noktada bizi yanıltan bir husus vardır. O da, başımızı secdeye koyduğumuzda “varlığımızı Rabb’imize iâde ettiğimizi” düşünmemiz ve bunun da bir vehim olduğunu farketmememizdir. Bu sebeple ilk secdeden başımızı kaldırdığımızda içimizden bir ses şöyle uyarır bizi: “Senin varlığın mı vardı ki verdin?” İşte o zaman hatamızı anlıyor ve bunun tevbesi için ikinci secdeye gidiyoruz.

Bu âyetleri okurken de insân aynı şeyi hissediyor. Kendilerini Hakk’tan bağımsız varlıklar olarak görüp, mülke ortak olmak vehminde/zannında olanlara Allāh, varlıkta kendinden başkası olmadığını, tüm varlığın kendi Rahmânî nefesiyle ayakta durduğunu ve rahmetinin her şeyi kuşattığını hatırlatıyor. Bu sanki “Lâ mevcûde illâ hû” gerçeğinin bir yansıması olarak bize duyuruluyor. Sonra da verilen bu maddî ve mânevî varoluş nîmetinin/rızkının kesilmesi hâlinde neler olacağı konusunda düşünmemiz isteniyor. Bütün bunların amacı ise beden mülkünün sâhibi olan ve kendisini ilâhî emânetiyle bize duyuran Allāh’ın Nûr’unu, kibir, gurur, nefret ve azgınlıkla beslenen nefsimizin karanlığıyla örtmememizdir.

 

[1] Mülk/20-21: “Emmen hâzellezî hüve cündün leküm yensuruküm min dûni’r-rahmâni, ini’l-kâfirûne illâ fî gurûrin/ Emmen hâzellezî yerzükuküm in emseke rizkahû, bel leccû fî utüvvin ve nüfûrin.

[2] Bu söz, Üsküdar’ın Üç Sırlısı’ndan biri olan Turgut Çulpan Efendi’ye aittir.

İslami Haber ”MİRAT” – YouTube

Başa dön tuşu