Vefatının 90. yılında Muhammed Reşid Rıza’nın fikirleri ve mücadelesi değerlendirildi

Türkiye’deki farklı İslami camialardan isimlerin bir araya gelerek gerçekleştirdikleri öncü şahsiyetler müzakereli seminerler serisinde bu ay Muhammed Reşid Rıza’nın fikirleri ve mücadelesi Taksim Camii Kültür Merkezi’nde değerlendirildi.
Muhammed Reşid Rıza için hazırlanan video ve metni:
Vefatının 90. yılında Muhammed Reşid Rıza’nın fikirleri ve mücadelesi değerlendirildi https://t.co/6q3MPhs8WX pic.twitter.com/3nPhRQf3lS
— Haksöz Haber (@HaksozHaber) August 21, 2025
“Bismillahir rahmanirrahim.
Ve men yutiıllahe ver resule fe ulaike meallezine en’amellahu aleyhim minen nebiyyine ves sıddikine veş şuhedai ves salihin, ve hasune ulaike rafika.”
“Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, Nebiler, sıddıklar, şahitler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!” (4/69)
Muhammed Reşîd Rızâ 1865 yılında Bilâdu’ş-Şâm’ın Trablusşam sahilindeki Kalamun bölgesinde doğdu. Vataniyye Medresesi’nde öğrenimini geliştirdi ve 1876’da İslami ilimler alanında icazet aldı.
Babasının kütüphanesinde bulduğu Urvetü’l Vuska mecmuasını tahkiki sonucunda İslami bakış açısını oldukça geliştirdi. 1882’de Beyrut’a sürülen Muhammed Abduh’un Sultaniyye Medresesi’nde verdiği derslere katıldı.
Reşit Rızâ, Abduh’la beraber 1889 yılında Mısır’a göç etti. Göç etmesinin en temel nedeni ise Sultan II. Abdülhamid’in yasakçı ve baskıcı yönetiminden uzaklaşıp Batı kuşatması altında ezilen tüm ümmet coğrafyasını İslami direniş ve ıslah çizgisi çerçevesinde kucaklamış olan Urvetü’l Vuska’nın işlevini devam ettirecek ve Müslüman bölgelerle iletişim sağlayacak bir mecmua çıkarmaktı.
Reşid Rıza, o dönemde Mısır’da yayımlanan bazı gazete ve dergileri üstad Abduh’la beraber inceleyip ıslah temelli bir müfredat belirledi. 1898 yılında Menar Yayınevi’ni kurdu ve haftalık el-Menar mecmuasını çıkartmaya başladı. Amacı, Urvetü’l Vuska’da sergilenen Islah ve İttihad-ı İslam Projesi’ni devam ettirmekti.
el-Menar’ın takip ettiği Islah Projesi’nin beş öncelikli maddesi vardı:
1. Kur’an ve Sünnet yeniden temel kaynak edinilmeliydi.
2. Çağdaş problemler için içtihadlar yapılmalıydı.
3. Dini kültür bidat ve hurafelerden arındırılmalıydı.
4. Sömürgecilerle mücadele edilmeliydi.
5. İstibdata karşı çıkılıp şura yönetimine yönelinmeliydi.
Yani İslami direniş; ıslah, ihya ve inşa mücadelesi yükseltilmeliydi.
Reşid Rızâ, el-Menar’da Müslümanları taklidin kör edici bağlarından (ammîlikten) kurtarmaya çabalıyor; asr-ı saadet zindeliğine kavuşabilmek için ictihadların yenilenmesini öneriyor; dinî hayatın rehberliğine ve İslami direniş çabalarına öncülük ediyordu.
Rızâ, Abduh’un 1900 senesinde Ezher’de ve değişik mekânlarda başlattığı tefsir derslerini edite ederek “el-Menar Tefsiri” olarak mecmuada yayımlamaya başladı.
1905 yılında İmam Abduh vefat ettiğinde Reşid Rızâ, bir yandan mecmua faaliyetleri ile; bir yandan da bağımsız bir davet ve irşad akademisi oluşturma gayretleri ile; diğer yandan da emperyalist işgale ve vesayete karşı İslam Birliğini gerçekleştirmek uğraşıyla büyük bir çalışmanın içindeydi.
Rızâ’nın akademi kurmak üzere İttihad-ı Terakki ve Bâb-ı Meşihat yetkilileri ile görüşmek için 1908’de Dımeşk’e ve 1909’da İstanbul’a ziyaret ve diyaloglarda bulundu; ama sonuç alamadı. Çünkü o, kuracağı akademinin vesayet altındaki Şeyhu’l İslam’a bağlanması şartını kabul etmemişti. Ama İstanbul’daki bazı ulemanın ve münevver ulu’l el-babın toplandığı en önemli havzalardan Beyanu’l Hak ve Sıratımüstakîm dergileri yöneticileri ve bağlılarıyla mütelâlarda bulunmuş, onlara konferanslar vermiş ve bazı İstanbul gazetelerinde amaçları doğrultusunda yazılar yazmıştı.
Daha sonra Kahire’nin Ravda yarımadasında Davet ve’l İrşad adlı akademiyi hizmete açtı. Bu akademiden Suriye Müslüman Kardeşler hareketinin kurucusu Mustafa Sibaî gibi bir çok davet ve hareket öncüsü yetişti.
Reşid Rızâ, ayrıca ümmetin sorunlarını paylaşmak için Şiblî Numânî’nin davetiyle 1912’de Hindistan’a ve sonra da 1916’da Hicaz’a gitti. 1920’de Suriye’de Biladu’ş-Şam’ın kurtuluşu için yapılan kongrede başkanlık yaptı. Bu başkanlığa bağlı olarak 1921 ve 1925’te Avrupa’ya gitti ve Cemiyet-i Akvam’da kurduğu ilişkilerle Filistin ve Suriye’nin Fransız ve İngiliz mandası altına girmesine itirazlarda bulundu.
1931’de de Filistin Müftüsü Emin el-Hüseynî’nin organize ettiği 1931 Kudüs-İslam Kongresi’ne katılarak Siyonist saldırıların önlenmesi yollarının belirlenmesi ve Kudüs’te bir İslam üniversitesinin kurulması için çaba sarf etti.
Reşîd Rızâ, Kemalist yeni Türkiye’de Hilâfet’in sembolik hale düşürülmesi ve sonra da kaldırılması sürecine karşı İslam’da devlet, yönetim, şûra ve hilafet konularıyla ilgili el-Hilâfe ve’l İmâtu’l Uzmâ isimli eserinde ırk ve kabile asabiyesine dayanan siyasî yapıları eleştirdi ve şûra (ehl-i hal ve’l akd) zaruretini ön plana çıkarttı
Muhammed Reşîd Rızâ’nın önemli makaleleri Sebîlürreşâd dergisinde Mehmet Akif tarafından Türkçeye çevrildi. Türkçedeki ilk kitabı da Ahmet Hamdi Akseki tarafından “Mezahibin Telfîki ve İslâm’ın Bir Noktada Cem’i” ve Hayreddin Karaman’ın sadeleştirmesi ile “Gerçek İslâm’da Birlik” adıyla yayımlandı.
Muhammed Reşîd Rızâ 23 Ağustos 1935 tarihinde Süveyş seyahatinde vefat etti. Rızâ’nın vefatından sonra el-Menar mecmuasını, talebesi Hasan el-Benna devam ettirmeye çalıştı. Benna, el-Menar‘ın otuz beşinci cildi için son altı sayının hazırlanmasını sağladı. Ancak Kral Faruk 1941’de İhvan’ı Müslimin’in el-Menar’ı yayınlama iznine son verdi.
Reşid Rıza’nın mücadele ruhunu Suriye ve Filistin sahasında bilfiil icraata geçiren Hocası Abduh’un da, kendisinin de talebesi ve dava arkadaşı İzzeddin Kassam, ondan üç ay sonra 30 Kasım 1935’te 500 kişilik bir İngiliz birliği tarafından etrafı kuşatılarak şehid edildi.
Rabbimiz ahirette onları nebilerle, sıddıklarla, şüheda ile, salihlerle birlikte kılsın. Rabbimiz, onların mücadelesini geliştirerek sürdürmeyi bizlere nasip eylesin.
(Video: Celal Topçu Video metni: Hamza Türkmen)
Takdim:
HAKAN SARIHAN
Bismillahir rahmanir rahim.
Öncelikle hepiniz hoşgeldiniz. Ümmetin her yaptığı toplantıda, her oturumda hatırlanması gereken ve hatırlatılması gereken en acil mevzumuz tabii ki şu an için Gazze’dir. Bugün hayatını ve mücadelesini ele alacağımız Muhammed Reşid Rıza da Filistin davası için elinden geleni yapmıştır. Ayrıca, talebesi ve dava arkadaşı İzzetin el-Kassam da, Filistin mücadelesinin ilk silahlı eylem nüvelerini oluşturanlardandır. Hamas’ın askeri kanadı olan Kassam Tugayları onun adını taşımaktadır. Tüm Biladü’ş-Şamlı yiğitlere ve direniş önderlerine buradan selam ediyoruz.
Her ay İslami direniş, ıslah, ihya ve inşa mücadelemizde yer almış, müteveffa önderlerimizden birisini gündemleştirip, İslami direniş, ıslah, ihya ve inşa sürecimize sağladıkları katkıyı ve miraslarını değerlendirmeye çalışıyoruz.
Bu ay inşallah Suriye’de doğmuş sadece Arap coğrafyasına değil, tüm bir ümmet coğrafyasına fikri ve fiili İslami katkısı dokunan Muhammed Reşid Rıza’yı gündemimize alıyoruz.
Reşid Rıza direniş, ıslah ve inşa mücadelesini ve ilkelerini sonraki nesillere aktaran ve ilk ıslah duygularımızda bizler arasındaki köprü kuran bu bağlamda da çığır açan bir öncümüz. 22 Ağustos 1935 tarihinde Süveyş gezisinde dünyaya gözlerini yuman rahmetli Muhammed Reşid Rıza’nın misyonunu ve kendi dönemindeki İslamî rolünü inşallah birazdan sunumlarla birlikte müzakereli olarak sizlere aktarmış olacağız.
Bu toplantıları organize eden Heyetler (Başakşehir İslami Kuruluşlar Temsilcileri Heyeti ve İslami Müzakere Girişimi [İMG] Koordinasyonu) olarak aylık etkinliklerimizi devam ettiriyoruz. Ve 2025 Eylül ayı Ebu’l Âla Mevdudî’nin vefatının 46. yıldönümü. İnşaallah gelecek ayda Mevdudi’nin İslamî bilgi ve perspektifimize katkısını, geliştirmemiz gereken mücadele mirasını ele alacağız.
Bugünkü programımıza Muhammed Reşid Rıza’yı tanıtan kısa video gösterimiyle başladık. Ayrıca bugünkü programımıza Reşid Rıza’nın ABD’deki torununa ulaşarak ondan bizlere mesaj getiren Turan Kışlakçı kardeşimize, Bu mekanın ayarlanmasına bizlere katkı sağlayan değerli Murat Ayar kardeşimize ve bu mekanı bizlere tahsis eden Taksim Camii Kültür ve Sanat Merkezi yetkililerine teşekkür ediyoruz.
Programımızı sunum ve müzakerelerle birlikte üç başlık altında işleyelim istedik.
İlk sunuma, Ali Rıza Temel hocamızın “El Menar Tefsirinin Önemi ve Değeri” konusu ile başlayacağız. Hemen arkasından Fevzi Zülaloğlu ve Oktay Altun kardeşlerimiz konuyu müzakere edecekler.
İkinci sunumu Mehmet Çelen hocamız yapacak ve “Reşid Rıza’nın Siyaset ve Hilafet Tartışmalarına Yaklaşımları” başlıklı konuyu sunacak. Hemen arkasından Musa Uzer ve Mehmet Ali Büyükkara hocamız hasta olan annesinin başından ayrılamadığı için onun yerine Abdulaziz Tantik kardeşlerimiz konuyu müzakere edecekler.
Üçüncü sunumu Hamza Türkmen abimiz yapacak. Konusu, “Reşid Rıza’nın Islah ve İnşa Mücadelemizdeki Yeri”. Müzakereci de Ahmet Ağırakça Hoca’mız olacak inşallah.
Tebliğci ve Müzakereciler:
Abdulaziz Tantik
Ahmet Ağırakça
Ali Rıza Temel
Fevzi Zülaloğlu
Hakan Saruhan
Hamza Türkmen
Mehmet Çelen
Musa Üzer
Oktay Altın
Türkiye okuyucusu, onunla ilgili ve “el-Menar” dergisi hakkında ilk bilgileri Sırâtımustakîm ve Sebilürreşad mecmualarından öğrendi. Aynı mecmuaların yazı kadrosundan Ahmed Hamdi Akseki onun taklid ve telfik konulu kitabını “Mezahibin Telfiki ve İslam’in Bir Noktaya Cem’i” adıyla Osmanlı Türkçesine çevirmiş, Hayrettin Karaman’ın sadeleştirdiği bu çeviri 1973’te DİB Yayınları arasından çıkmıştır.
Onunla ilgili en kısa ve sistematik kitap Kahire Amerikan Üniversitesinde görev almış Emad Elçin Şahin tarafından “Reşid Rıza ve Batı” başlığı ile yazılmış ve 2000 yılında Türkçeye çevrilmiştir. Edim Şahin 2013’te Muhammed Mursi ile birlikte tutuklananlar listesinde bulunuyordu.
Daha önce Reşid Rıza’nın biyografisiyle ilgili yazıları ve bilgileri Nesil ve Haksöz dergilerinden; 1997 yılında neşredilen Karaman’ın “Gerçek İslam’da Birlik” kitabının ilk kısmında Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh ile beraber; Özgür Kavak’ın “el-Menar” sayılarından topladığı Reşid Rıza’nın Biladü’ş-Şam, İstanbul ve Hindistan gezi notlarından oluşturduğu ve 2007 yılında yayınlanan “İttihad-ı Osmanî’den Arap İsyanına” kitabından; 2008 yılında çıkan TDV İslam Ansiklopedisi’nde onunla ilgili M. Sait Özervarlı’nın yazdığı maddeden; ve M. Suat Mertoğlu’nun 2008 yılında yayınlanan “Sırâtımustakîm Mecmuası Açıklamalı Fihrist ve Dizin” kitabının Giriş bölümünden haberdar olduk.
Onun Muhammed Abduh ile yazımına başladığı en temel eseri “Menâr Tefsiri” ise aralarında Ali Rıza Temel hocamızın da olduğu bir heyet tarafından Türkçeye çevrilmiştir ve 2011-2014 tarihleri arasında basılmıştır. Baskısı tükenmiştir. İnşaallah yeni baskısı yapılacaktır. Bu tefsirle ilgili Hamza Türkmen’in “Menâr Tefsiri Konu Başlıkları Fihristi” başlıklı basılmış bir çalışması da vardır.
Hocalarımızın sunumlarına başlamadan önce Reşid Rıza’nın torunu Fuad Reşid Rıza’nın ABD’den bu program için özel olarak yolladığı bir video mesajı var. Ancak bir iletişim sıkıntısı olduğu için sadece videonun selamlama bölümünü izleyecek, hemen peşinden mesaj metnini dinleyeceğiz.
TURAN KIŞLAKÇI
Selamünaleyküm.
Toplantının hayırlı ve bereketli geçmesini diliyorum. Fuad Rıza ile ben hemen hemen 10 yıldır tanışıyorum. İslam dünyasında 100 yıl önce yayınlanmış hangi makale varsa bu makaleye ulaşamıyorum dediğimde 2 dakika sonra bana gönderiyor. Çünkü o dönemin bütün dergileri üzerine çalışmalar yapmış, makaleler hazırlamış; hatta Reşit Rıza’nın yayınlanmamış kitapları ve makaleleri dahil onda bulunuyor.
Umarım bunlar neşredilir ve Türkiye’deki yayınevleri bunları tercüme ederler. Kütüphaneme akşam Reşid Rıza’yla ilgili ne var diye baktığımda şu kitabı gördüm, üç ciltlik. Emir Şekip Aslan’ın hazırladığı “Seyyid Reşid Rıza’yla Kırk Yıllık Dostluğum / Al Sayyid Muhammed Rashid Rida wa İkhaa Arbain” diye Reşit Rıza’nın hayatı, mektuplaşmaları ve üçüncü ciltteyse Reşit Rıza’yla dostlarının mektuplaşmaları. O dönemi en iyi anlatan kitaplardan bir tanesidir. Mektuplaşmaların ne olup bittiğini çok iyi anlatan, umarım tercüme eden biri olursa da bunu emanet edebilirim.
Şimdi Fuad Rıza’nın gönderdiği videonun önce giriş bölümünü tercüme edeyim sonra bana gönderdiği bir metin vardı, o metnini okuyayım:
FUAD REŞİD RIZA
“Bismillahirrahmanirrahim.
Selamünaleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu.
Taksim Camii Kültür Merkezi’ne ve bu sempozyumu düzenleyen muhterem meclis katılımcılarına müteşekkirim. Ben Fuad Rıza. Kıymetli Turan Kışlakçı, Allah kendisinden razı olsun. Tarafından dedem Şeyh Muhammed Reşid Rıza’nın vefatının 90. yıldönümü münasebetiyle bir konuşma yapmak üzere davet edildim. Ancak programın saatiyle burada kılmakta olduğumuz Cuma namazı vaktinin çakışması sebebiyle katılamıyorum. Bu sebeple konuya dair bir özeti hazırlayarak sizlere gönderdim ki sempozyumda okunabilsin. Sempozyumu düzenleyenlere ve katılımcılara başarılar temenni ediyorum. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum.”
Metin:
“Bismillahirrahmanirrahim. Hamd, alemlerin rabbi olan Allah’a selat ve selam, hidayet rehberi, rahmet peygamberi Efendimiz Muhammed Mustafa’ya olsun.
Aziz kardeşlerim, kıymetli ilim ve fikir ehli.
Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.
Öncelikle bu müstesna sempozyumu tertip edenlere gönülden teşekkür ederim. Aramızdaki sekiz saatlik zaman farkı sebebiyle bizzat aranızda bulunamasam da bilin ki kalbim ve fikrim şu an sizinle aynı hakikat arayışı içindedir.
Bugün evinde kendisine Seyid Reşid diye hitap edilen İslam dünyasının müceddidi, fikir ve mücadele adamı Seyyid İmam Muhammed Reşid Rıza’dan söz edeceğiz. Hicri 1282, Miladi 17 Ekim 1865 Salı günü Trabluşşam’ın güneyinde Kalemun adlı sahil kasabasında, atalarının inşa ettiği Meşayih konağında dünyaya geldi. Kalemun, Osmanlı kayıtlarında köylerin hanımefendisi diye anılan, ahalisinin tamamen Seyyid ve Şerif kimselerden oluşan bir beldeydi.
Seyyid Reşid Rıza, hem baba hem de anne tarafından Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek soyuna mensuptu. Babası Seyyid Şeyh Ali Rıza’nın ellerinde ilim ve edep ile büyüdü. Trablus’un alimlerinden icazet aldı. Hüseyin el-Kişir, Mahmud Neşabe, Abul Gani el-Refai, Ebu’l Muhasin el-Kuvvati gibi hocalardan istifade etti. Ve bir gün babasının kütüphanesinde Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh’un çıkardığı Urvetu’l Vuska dergisine rastladı. O andan sonra kalbindeki bir ıslah ateşi yepyeni bir ufka yöneldi.
1897 yılında Kahire’ye gitti. Daha ilk yıl Üstad Muhammed Abduh ile buluştu. Onu Ezher Camii’nde tefsir dersleri vermeye ikna etti. Ve bu dersler kurduğu el-Menar dergisinde yayınlandı. Ve modern bir matbaa kurdu. Amacı açıktı. Sahih akideyi yaymak, cehalet, hurafe ve bidatla savaşmak.
15 Mart 1898’de el-Menar‘ın üç sayısı çıktı. Onun hemen bu sayılarda gündemleştirdiği şu meşhur kaygısı hala bize yol göstermektedir: “Üzerine ittifak ettiğimiz konularda birleşiriz, ihtilaf ettiklerimizde birbirimizi mazur görürüz.”
O, Seyyid İmam olarak anıldı. Hidiv Abbas (1892-1914) ona “Lisanü’l İslam” dedi.
Hasan El-Benna, Abdulhamid bin Badis ve daha niceleri ona “Hüccetü’l İslam” ünvanını verdiler. Emir Şekip Arslan, onu “Hayatında bir anı bile boş geçirmeyen adam” diye tarif ediyordu.
Seyyid Reşid Rıza, Müslümanları hakiki, vasat ve kapsayıcı/bütünsel İslam’a çağırdı. Kur’an, sahih sünnet, sahabe yoluna dönüş; yani yeniden İzzet’e kavuşmanın anahtarı bunlardır diyordu. 22 Ağustos 1935 Perşembe günü Tefsir’le uğraştığı sırada, tefsirinde şu cümleyi söyledikten sonra Rabbine kovuştu: “Rabbimizden bizi İslam üzere vefat ettirmesini ve ondan en hayırlı nasibi almakla rızıklandırmasını dileriz.”
Ve hep Yusuf sûresinin 101. ayetini okurdu: “Ey Rabbim bana yöneticilik verdin ve bana hadislerin yorumunu öğrettin. Ey göklere ve yerlere yasalarını koyan! Sen, dünyada da ahirette de beni velimsin; canımı Müslim olarak al ve beni salih kullarının arasına kat.” Ve bu ayeti okuduktan sonra vefat etti. Allah ona rahmet eylesin. İlmini ümmete bereket eylesin. Ve esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatüh.”
(Fuad Reşid Rıza’nın mesajını Arapçadan Türkçeye çevirerek okuyan: Turan Kışlakçı)
Ve işgaller peşpeşe geldikçe İslam dünyasındaki bütün değerler alt üst oluyor, toplum yapısı parçalanıyor.
Bir de Reşid Rıza’nın yaşadığı dönemde Mehmet Ali Paşa’nın Avrupa’ya gönderip, Avrupa’da ilim tahsil edip ülkesine dönen ve bürokraside, yönetimde söz sahibi olan batılı eğitimle yetişmiş insanların rollerini de düşünmek lazım. Çünkü bunlar artık eskisi gibi İslami geleneği çok fazla sürdürmek derdinde olmayan insanlardı ve politikalarına bu yansıyordu. Bunun da altının çizilmesi gerekiyor.
Farklı etkenler var. Mesela okulların yaygınlaşmış olması.
Klasik İslami dönemde ilim zor ulaşılabilen bir şeydi ve sınırlı sayıdaki insanlar ancak ilimle meşgul olabiliyorlardı ama modern dönemlerde okullar yaygınlaşmıştı. Matbaadan sonra kitapların basımı, dağıtımı, kitaplara ulaşmak çok kolaylaşmıştı. Bence en önemli etkenlerden birisi de gazete ve dergilerin çıkmaya başlamasıydı. Şimdi takdir edersiniz ki Abduh’un tefsir notları el-Menar diye bir dergide yayınlanıyor. Reşid Rıza’nın çıkardığı bir dergide yayınlanıyor. Klasik dönemde müfessirler tefsirlerini özellikle de matbaadan önce çok az sayıda, sınırlı sayıdaki ilim talebeleri ve alimler için yazıyordu. Ve tefsirler genelde sınırlı sayıdaki insanların arasındaki dolaşımda bulunuyordu. Ama gazete ve dergilerle beraber artık yazı hemen her yere ulaşmaya başladı. Dolayısıyla yazdığımız şeyler de sınırlı bir muhataba değil, büyük kitlelere ulaştı. Bunun en güzel örneklerinden birisi de işte İstanbul’daki kıraathanelerdi. Yani adı kıraathane, okuma evi. Neden? Çünkü gazeteler çıkmaya başlamış, insanlar orada bir araya gelip 10 kişi, 15 kişi birisinin sesli okumasıyla, gazeteleri okuyup dinliyorlardı.
Dolayısıyla modern dönemde, yani Reşid Rıza tefsirin matbuu hale gelmesinin başlatıcılarındandır. Ve tefsir yazarken de okuma yazması olan herkesi gözetmeye başlamıştı. Yani ona göre bir dil, ona göre bir uslup ayarlama çabasına girdi. Ve Sayın hocamızın ifade ettiği geçmiş tefsirleri eleştirme boyutunda bu şekilde ele almak lazım. Çünkü O büyük müfessirler kitaplarını yine kendileri gibi olan insanlara yazıyorlardı. Dolayısıyla onları da o şartlar için de değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Reşid Rıza’nın yeni bir özelliği de yine Hocamızın belirttiği gibi, yani ilim ve zamanla müstakil hale dönüştü. Yani sosyoloji diye bir ilim yoktu mesela, psikoloji diye bir ilim yoktu. Tarih bugünkü gibi değildi. Sadece aktarımdan ibaretti ama tahlil haline dönüştü. İşte Muhammed Reşid Rıza ve Hocası bunlardan istifade ederek muhatap kitleye Allah’ın kitabını yaşanır hale getirmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla Kur’an’ın bir yaşam kitabı olduğu vurgusunu onlar çok daha fazla yaptılar.
Şöyle düşünelim! Emeviler döneminde, Abbasiler döneminde veya Osmanlı’da klasik başlangıçta, ortam İslami bir ortamdı. Yani orada her ne kadar münker varsa da yöneticiler İslami sınırın üstüne çıksalar da ortama zarar vermiyorlardı, onu koruyorlardı.
Hatta Şam’daki, 1320’deki bir Hristiyan, belki bugün İstanbul’daki bir Müslümandan tırnak içinde kullanıyorum sosyal olarak “belki İslam’ı daha çok yaşıyordu”. Çünkü Hristiyan bile olsa İslami çerçevede korunmuş ortam hayatı dolayısıyla Müslümanca kurallara dikkat ederek yaşamış oluyordu . Oysa Reşid Rıza’nın döneminde bu toptan değişmeye başlamıştı ve bu değişimi en önce gören alimlerden birisi o olmuştu.
Şimdi Reşid Rıza’ya yönetilen en büyük eleştirilerden birisi Muhammed Abduh’a da yönetiliyor. Kur’an’ı bilimle anlamaya çalıştığı, bilimsel tefsir yaptığı, fenni tefsir yaptığı şeklinde iddialar var. Bu iddia da Fil sûresi tefsirinde gösterdiği “ve ersele aleyhim tayran ebâbîl” ifadesindeki “tayran” kelimesini mikrop olarak değerlendiren tabiinden bir rivayeti aktarması üzerine inşa ediyorlar. Oysa Reşid Rıza’nın Menar Tefsiri‘ne bu bağlamda farklı açılardan gözatıp okunduğunda ısrarla onun bir bilim kitabı olmadığı, bir hukuk kitabı olmadığı, bir hidayet ve hayat kitabı olduğu vurgusunu çok fazla görüyoruz.
Ama Reşid Rıza diğerlerinden farklı olarak Kainat sahibi olanın Allah olduğunu biliyor, eğer ortada bilimsel bir gerçek varsa bunun adetullah ile çelişmeyeceğini söylüyor. Bilimsel verileri mutlak kabul etmiyor, sadece muhatabını ayetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için onları hatırlatıyor diyelim.
Teşekkür ederim. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
HAKAN SARIHAN: Programımıza Ali Rıza Temel Hocamızın 20 dakikalık sunumu ile başlıyoruz. Her sunumdan sonra 2 müzakerecimiz var: Fevzi Zülaloğlu ve Oktay Altın. Onların 6-7 dakikalık katkı ve değerlendirmelerini dinleyeceğiz. Ardından siz katılımcılardan söz alanlara 3 dakikalık söz hakkı vereceğiz.
ALİ RIZA TEMEL
“El Menar Tefsirinin Önemi ve Değeri”
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun.
“Menar Tefsiri’nin Önemi ve Değeri” konulu bu sunumu herhalde bu tefsirin Türkçeye tercümesinde emeğimiz olduğu için bize teklif edildi. Elhamdülillah aşağı yukarı 4 cildine yakınını ben tercüme ettim bu 14 ciltlik tefsirin. Bayağı da bir sıkıntı çektim çünkü bu ansiklopedik bir tefsir sayılır aynı zamanda. Yani İncil’den, Tevrattan, Batılı düşünürlerden doğry tercüme için isimleri bulmakta bir hayli zorluk çektik sayılır. Ama elhamdülillah Menar Tefsiri basıldı. Arzu edilir ki bu yeniden basılsın, çoğaltılsın. Ümmet bundan istifade etsin.
İstifade edilmeye değer bir tefsir.
Muhammed Reşid Rıza’nın şahsıyla ve düşünceleriyle ilgili video izledik ve Fuad Rıza’nın mesajlını dinledik; ayrıca arkadaşlarımız da sunumlar yapacaklar. Ben şunu ifade edeyim, bizde maalesef ki peşin hükümlerle insanlar suçlanır, işte reformcu denir, bilmem şu denir, hocaları mason denir falan. İşte böyle çığır açan insanları böyle ucuz hükümlerle safdışı bırakmaya çalışan bir taassup, bir hastalık var maalesef. Ben 24 senedir “Altınoluk” dergisinde yazıyorum. Orada Reşid Rıza’dan Menar Tefsiri‘nden bir alıntı yapmışım. Birisi protesto etmiş, yahu demiş böyle bir ehl-i sünnet mecmuasında Reşid Rıza gibi bir adamdan nasıl iktibas yapılır.
Şimdi sunumlarda bahsedilir mi biimiyorum ama ben detaya girmeden size Reşid Rıza’nın şahsiyle ilgili belki temas edilmez diye … arz edeceğim.
İslam aleminin ihlasında, ilminde ittifak ettiği Yusuf el-Karadavi ki biliyorsunuz “el-Fetâva el-Muâsıra” başlıklı üç ciltlik fetvaları var.
Orada sihir konusu ve başka bir konu ile ilgili Reşit Rıza’dan iktibaslar yapmış. Orada onun dilinden ben Reşid Rıza’yı arzedeyim. Bazıları belki fazla önemsemeyebilirler ama Yusuf Karadavi’nin değerlendirmesi herkes için önemlidir. Çünkü üzerinde ittifak olan bir alimdir.
“Ben Reşid Rıza’yı en çok sevenlerden olduğumu gizlemiyorum.” Bu, Yusuf el-Karadavi’nin ifadesidir. Ve Karadavi devam ediyor efendim:
“Onun ilimde rusum sahibi, hür düşünceli, mücdetihlerden biri olduğuna inanıyorum. ‘el-Menar’ macmuası kitaplaşan önemli yazıları ve fetvaları ile İslam ümmetinin gaflet uykusundan uyanmasında, dinin saf ve berrak kaynaklarından olan olan Allah’ın Kitabı ve Peygamberin Sünneti esasına göre yaşanması ve anlaşılmasında ve en hayırlı nesil olan Selefi Salih’in yolunda yürümemizde öncü rol oynamıştır. Dinin zaman içinde bidatler ve ziyadeler, sapmalar ile kirlenmesi ve bulandırılmasının önlenmesinde medeniyet, şeriat ve akide esasına göre İslam’a davet hususunda onun hizmetini kimse inkar edemez.”
Karadavi’nin tabiriyle; “Reşid Rıza, Selefi davetçilerin öncülerinden, Muhammedi metodun destekçilerindendir. O ve arkadaşları Selefi düşünceleri ihya edip güçlendiren, akla ve nakle dayalı Selefi ekole hizmet eden, belgelerle muasır akla ışık tutan, düşmanların şüphe ve itirazlarına delillerle cevap veren, kapsamlı ve kâmil manada Allah’ın Kitabı’nda ve Peygamber’in Sünneti’nde belirtildiği gibi İslam’a davet eden kimselerdendir.”
Allame Yusuf Karadavi müslümanlar arasındaki iç çatışma ve faydasız tartışmaların giderilmesi ve Müslümanların kenetlenmiş sağlam bir bina gibi dimdik ayakta durması için Reşid Rıza’nın şöyle dediğini aktarıyor: “Asrımızda ihtilaflı konular olmakla beraber ittifak ettiğimiz konular daha fazladır.”
Bu konuda allame müceddid Reşit Rıza’nın şu altın kuralını uygulayabiliriz: “İttifak ettiğimiz konularda yardımlaşıp, ihtilaf ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görürüz.”
Kural şudur: İttifak ettiğimiz konularda yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz konularda da birbirimize de katlanırız. Bu temel bir yoldur.
Şimdi efendim, merhum Reşid Rıza’nın Menar Tefsiri, “el-Menar” mecmuasında yayınlanmış, sonra müstakil kitap halinde basılmıştır.
Fakat maalesef Türkçeye geç tercüme edilmiştir. Bu tercümenin de bir baskısı oldu, bunun çoğaltılması lazım. Ekin Yayınları’na teşekkür ediyoruz, buna vesile oldu.
Rahmetli Rıza ifade edildiği üzere Suriye’de bulunuyor. Orada daha ziyade vaaz ediyor ve meselelerinden uzak, ahirette yönelik insanların uyarıp korkutmaya yönelik konuşmalar yapıyor. Bu arada “Urvetü’l Vuska” adlı mecmua eline geçiyor ve onu okudukça ufku açılıyor. İslam aleminin problemleriyle ilgilenmek gerektiğini anlıyor. Sonra hocası Abduh’la beraber Mısır’a tanışıyor Hoca’yla. Orada ilk işi olarak Hoca’sını tefsir yazmaya ikna etmek için çok uğraşıyor.
Muhammed Abduh, Allah rahmet eylesin, baştan soguk yaklaşmış. Yahu demiş, okuyan yok. Sözlü, daha müessir olur, soru sorulur, cevap verilir filan. Böyle ama diyor, ben ona ısrar ettim. Ve diyor, sen fakültede ders vermelisin. Derslere başladı ve ben de derslerinde bulundum ve kaydettim, not aldım. Aldığım notları kendisine gösterdim. “el-Menar” mecmuasında onun onayından sonra neşretmeye başladım.
Reşid Rıza sonra da böyle bier tefsire neden ihtiyaç duyulduğunu ifade ediyor. Yazılma gerekçesi olarak Menar Tefsiri hakkında şunları söylüyor:
“Bugüne kadar yazılan tefsirlerin büyük çoğunluğu irab ve nahiv kurallarına, kategorilerine, edebiyat sanatı inceliklerine, beyan istılahlarına boğularak okuyucuyu Kur’an’dan uzaklaştırıyordu.
Bu tutum bir nevi Kur’an’ı dünya ve ahiret saadetini sağlayan bir rehber olmaktan çıkarıyordu. Yani insanlar böyle belagat, lafız, irab detaylarına boğularak Kur’an’dan uzaklaşmalarına neden olunuyordu.”
Ruza soruyordu: Kur’an’daki esas hedef nedir?
Kur’an’ı Cenab-ı Hak diyor, bu hidayet kitabı olarak indirdi. Gayesi insanlara hikmeti öğretmek, onları kötülükten arındırmak, dünya ve ahiret saadetini kazandırmaktır. O ne ruhsuz bir hukuk kitabı, ne bedeni hastalıkların tedavisinde kullanılacak bir tıp kitabı, ne de tarihi olayları, geçmişin bilgilerini veren bir tarih kitabı ya da dünyevi menfaatler sağlan bir siyaset kitabıdır. Bütün bunların ötesinde insanın ıslahını merkeze alan bir hidayet kitabıdır. Zira dünya ve ahiret saadeti insanın terbiye ve ıslah edilmesi ile mümkündür. İnsan düzgün olursa her şey düzgün olur. İnsan bozuk olursa her şey bozuk olur. Kur’an’daki bütün emir ve yasaklar; müjdeler ve uyarılar; temsiller, kıssalar insanın ıslahına yöneliktir. Dünyada her şey insanın tutum ve davranışlarına göre şekilleneceği için en önemli husus insanın ıslahı meselesidir.
Kur’an’ın bu ana hedefi, ön planı alınmazsa Allah’ın kitabından gereği gibi istifade edilemez.
Reşid Rıza tefsirin maksadıyla ilgili ayet-i kerimelerden misaller vermiş. Ona göre tefsirin maksadı insanı Kur’an’la buluşturmak, hayat ve varlığın anlamını keşfetmek, insanca yaşama kurallarını öğrenmek, yaratan ve yaratılanlarla doğru ilişki kurmak, Kur’an vasıtası ile doğru bilgiye, doğru inanca, doğru amele sahip olmaktır. Şayet bir tefsir bu hedefleri gerçekleştirmiyorsa, zaman ve emek israfından başka bir şey değildir.
Reşid Rıza’nın bu Menar Tefsiri‘nden de zamanında talebelere Mukaddime kısmından bir bölüm okutmuştuk. Orada da ifade edildiği gibi Reşid Rıza diyor ki iki türlü tefsir vardır:
Birincisi: İçi boş ve kuru lafızlarla Allah’ın Kitabı’ndan uzaklaştırıcı mahiyetteki tefsirlerdir. Bu tip tefsirler tamamen
lafızların tahliline, cümlelerin miradına ve edebi nüktelerin açıklanmasına yöneliktir. Bunlara tefsir demek uygun değildir. Zira bunlar belli bir dini ilim dalına ait zihni cinnastik mesabesinde çabalardır.
İkincisi: Ayetlerde anlatılmak istenen gerçek maksadın ne olduğunu ortaya koymak, insanları hayra sevk edecek, onları cezbedecek bir üslupla Kur’ani gerçekleri dile getiren tefsirler.
Reşid Rıza Üstad Abduh’tan aldığı istikamet ve metod ile sahih ve salim akılla Kur’an’ı bugünkü insanın gönlüne ve hayatına yansıtmayı hedeflemiştir.
Efendim, dünya gerçeklerini göz önüne alarak yaşanan problemlere Kur’ani çözümler sunmaya çalışırken, problemler ve sebepleri bilinmeden çare üretmek mümkün değildir. Tarihte yaşanmaz
fakat tarihi olaylardan ders çıkarılır.
Reşid Rıza derin bilgisi ve tecrübesi başta İslam alemi ve dünyayı objektif şekilde tanımaya çalışması sebebiyle siyasi, iktisadi, ahlaki, ictimai problemleri doğru şekilde tespit etmiş, Kur’an ışığında
doğru tedavi yolları göstermiştir. Bakın ben bu vesileyle şunu tespit ettim. Reşid Rıza birçok papazdan İncil’i daha iyi biliyor; birçok hahamdan Tevrat’ı daha iyi biliyordu. Gerçekten öyle. Ben onun diliyle hep İncil’e bakmak durumunda oldum. Mesela Yahudilerle ilgili…
Mesela İncil’deki “baba oğul” ifadelerinin gerçek değil, mecazi olduğunu belirtiyor. Hani “Allah’ın oğlu” meselesi var ya, bu hakiki manada değil, mecazi anlamda. Mesela Kur’an-ı Kerim’in Maide suresinde Yahudi ve Hristiyanlar “biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” diyorlar. Bakın bu “yakınlık” ifadesidir. Mesela bir sokakta bir insan, bir çocuk olsa oğlum gel buraya falan dese. O hakiki anlamda oğul değildir. Tevrat’ta da, İncil’de de oğuldan maksat yakınlık ifadesidir. Yoksa şeyden (ilahtan)
olma anlamına değildir. Bunu ben burada gördüm ve ilginç geldi.
Mesela İncil’de “Ne mutlu barış yapanlara, çünkü onlar Allah’ın oğulları diye çağrılacaklardır.” ifadesi de mecazi bir ifadedir yani.
Reşid Rıza’nın gaybi alanla ilgili üzerinde en çok durduğu hususların başında keşif, keramet, rüya, ilham gibi istismara ve saf insanların aldatılıp sömürülmesine vesile kılınan kavramlar gelir. Bu konularda sağlam, şer’i ölçülere sahip olmanın gereği açıktır. Aksi halde din adına ne büyük sahtekarlıklar yapıldığı, ne büyük soygunlar tezgahlandığı ortadadır.
Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın tasavvufa karşıymış gibi öyle net bir tavırları yok. Zaten kendisi sufi meşrep bir insandır. Kerameti inkar etmiyor, Kur’an’daki kullanım anlamını açıklamaya çalışıyor. Ancak metafizik alanda sahtekarlığa ve tasavvuf yoluyla dinin tahrifine karşı çıkıyor. Öyle şeyler anlatıyor ki:
Mesela bu bizim Ezher ulemalasından Ashabul Anaim, Sarıklılar diye bilinen İmam Şarani’nin Tabakat’ı var ya, orada tasavvuf ehlinden bahsediyor. Ve onunla ilgili diyor ki böyle bir alim nasıl olur da öyle alıntılar, aktarmalar yapmış ve bayağı bunlara çok yer vermiş. Orada Molla İbn-i Arabi’den, Şazeli’den, Abdulkadir Cili’den şaz örnekleri aktarmış. Baktığınız zaman, yani insan hayret ediyor. Böyle şeyler nasıl kabul edilir. Hadi diyelim aktardın ama en azından bunların İslam’a uymadığına da işaret etmek lazım değil mi?
Bu konuda çok uzatmadan bazı misaller vereyim. Yani mesela diyor ki, Efendim diyor Ahmet Er-Rıfai, bunlar aslında şey insanlardır, sonradan belki müntesipleri tarafından tahrifler vesaire olmuş. Efendim diyorlar ki Ahmet Er-Rıfai bir balığa dokunmuş, sonra onu kızartmaya kalkmışlar. kızarmamış. Demişler ki efendim bu kızarmadı, benim elimin değdiği şeyi ateş yakmaz falan demiş. Böyle bir şey söylemez, söylememesi gerekir. Abdülkadir Cili’den bir şey aktarıyor. Efendim diyor, müritlerden birisinin biri ölmüş. Annesi de gelmiş Abdülkadir Cili’ye, benim demiş oğlum öldü, ben çok üzgünüm, ne yapıp yapıp onu geri getir. Şimdi diyor, ölüm meleği işte onların canlarını aldığı şeyleri, ruhlarını bir zembile koymuş, gidiyormuş. Abdülkadir Cili de gitmiş peşinden, bırak demiş bu ruhları geri şey yapacağız. Vermek istememiş melek. O da zembile vurmuş, ruhlar dökülmüş, tekrar cesetlerine gitmiş.
Tasavvuf adı altında böyle komik, acayip ve daha birçok şeyler var.
Oysa tasavvuf bir mekteptir, terbiye okuludur. Biz ona karşı değiliz, o da karşı değildi. Mesela gerçek tasavvufu İbn-i Kayyım el-Cevziyye’den, efendime söyleyeyim İbn-i Teymiye’nin “El furkan beynel evliya-i rahman ve evliya-i şeytan” adlı çalışmasından öğrenmek gerekir. Gerçek tasavvufdan buralardaki ölçülere göre istifade edildiğinde Reşid Rıza da, Muhammed Abduh da karşı değildir.
Ticani hakkında da saptırma veya sapmalar var. Kim bana itiraz ederse kafir olur diyormuş. Bana ikramda bulunan cennete gider filan… Gerçekten tasavvuf bir terbiye ekolü ve mektebi olmakla beraber maalesef ki en çok suistimal edilen alanlardan birisidir. Günümüzde de öyle, tarihte de maalesef öyle olmuştur.
Menar Tefsiri‘nde en çok ilgimi çeken konulardan birisi de üstad Abduh’un da müceddid Rıza’nın da üzerinde detaylı durdukları “Ulu’l Emr” konusudur. “Ulu’l Emr” dediğimiz zaman biz yöneticilerdir, alimlerdir diye ifade ediyoruz. Onlar daha geniş ele almışlar emir olan bu kavramı. Orada diyorlar ki, “Ulu’l Emr” yöneticiler, alimler, ordu komutanları ile halkın ihtiyacı ve genel maslahatları hususunda kendilerine müracaat ettikleri diğer önder ve liderlerdir. Sanayi ve tarım gibi resmi kurumların idarecileri, işçi liderlerdir. Önde gelen hizip ve cemaat yöneticileri vs. daha geniş çapta ümmetin problemlerine ışık tutan önderlerdir. Dünden bugüne kavramın bütünlükçü bir tanımı.
Bir de toplumsal olayları değerlendirirken bir sosyolog gibi gerçekten tespitler yapmış. Mesela sosyolojinin temel kurallarından sayılacak bir ayet: “Şüphesiz ki bir toplum kendi hallerini değiştirmedikçe Allah onların hallerini değiştirmez.” Başka bir ayet-i kerimede de bunun sebebi şudur: “Bir toplum kendilerine ait bulunduğu iyi hali değiştirmedikçe Allah onlarıa verdiği nimeti değiştirmez.” Bu ayetin tefsirinde diyor ki Allah’ın toplumlara verdiği nimetlerin başlangıcı ve devamı bu nimetleri gerektiren ahlak, özellik, huy ve davranışlara bağlıdır. Bu hasletler kendilerinde oldukça benliklerine sindikçe bu nimetlerde bu hasletlerin varlığına bağlı olarak varlığını sürdürür.
Yüce Allah onların herhangi bir günahı ve haksızlığı olmadıkça bu nimetleri onlardan çekip almaz. Ne zaman ki onlar sahih inançla ahlakı ve buna bağlı olan güzel amelleri bozup değiştirirler, Allah da onların hallerini değiştirir ve nimetleri onlardan geri alır. Böylece zengin olan fakir, aziz olan zelil, güçlü olan zayıf hale gelir. Toplumların yükselişi, alçalışı güçlü ve zayıf ahlakın etkisine bağlıdır. Bu bağlamda Fransız sosyolog Gustav Logan’dan iktibaslar yapmıştır.
Mesela bizim Turan Kışlakçı Hoca da bilir, ben Tolstoy ile ilgili Tolstoy Müslüman mıydı diye bir şey yazmıştım; henüz neşredilmedi. Mesela Menar Tefsiri‘nde Muhammed Abduh ile Tolstoy’un mektuplaşmaları vardır. Orada Muhammed Abduh ilginç bir şey diyor: “Sizin tevhide erişmiş olmanızdan çok mutlu oldum.” Gerçekten Tolstoy’un Kur’an’la ve Hazreti Peygamber’in hadisleriyle de ilgili çalışması var. Cenazesinde haç filan kullanılmaması istiyor.
Menar Tefsiri’nde Doğu da Batı da önemli konularda tutarlı şekilde tenkit edilmiş. Reşid Rıza bazen lafız irab gibi bazen kendisi de o şeylere dalmış ama ben özet olarak ifade edeyim ki gerçekten Menar Tefsiri’nin okunması lazım. İnşallah onun yeniden güzelce basıp tanıtılması lazım.
Emek verildi ama çok fazla toplum ondan istifade etmedi, dağıtılmadı. Tanıtılması lazım, bunun bir hizmet olduğu kanaatindeyim. Efendim dolayısıyla Tercümesinde bizim de emeğimiz oldu. Allah rahmet eylesin kendisine. Bir mücahiddir. İngilizler tarafından sürgünlere, zorunlu ikametgâha tabi tutulmuştur.
Onun hocaları Masonmuş filan gibi dedikuduları geçmek lazım. Şimdi Cemaleddin Afgani Loca’ya girmiş tamam, ama orayı tanımak için girmiş. Sonra çıkınca da Ezher Camii’nde Masonluğun aleyhinde bir sürü konuşmalar yapmış. Yani öyle peşin olarak Muhammed Abduh için de konuşulamaz. Bir dönem oradaki ricali tanımak için girmişler çıkmışlar; yoksa onları benimsedikleri için değil. Bu çerçevede böyle peşin hükümlerden uzak olarak, objektif olarak Reşid Rıza bakın hem müfessirdir hem muhaddisttir. Hadislerin cerh tadil hususunda çok hassas çalışmaları temasları vardır. Reşid Rıza, öncüleri ve arkadaşları gerçekten ümmetin uyanmasında büyük hizmetleri olmuştur, emperyalizme karşı mücadelede büyük emekler vermiş örnek insanlardır. Cenab-ı Hak efendim onlara da bütün geçmişlerimize de rahmet eylesin. Hepinize teşekkür ediyorum.
Hakan Saruhan: Çok teşekkür ederim hocam. Allah razı olsun.
Kur’an’ın amacı insanları ıslah etmektir diyor Reşitd Rıza.
Kur’an insanların derlediği gibi ne bir hukuk kitabı, ne bedeni hastalıkların tedavisiyle kullanılacak bir tıp kitabı, ne de tarihi olayları ve geçmişin bildirimini veren bir tarihi kitabı, ne de dünyevi menfaatler sağlamayla bir ticaret ve siyaset kitabıdır.
Bütün bunların ötesinde insanın ıslahını merkeze alan bir hidayet kitabıdır.
Şimdi de değerlendirmelerini yapmak üzere kardeşlerimizi davet ediyorum.
FEVZİ ZÜLALOĞLU
Bismillahirrahmanirrahim.
Vahyin ilk öğrencisi, baş öğretmeni Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya salat olsun, selam olsun.
Tüm nebilere selam olsun ve Gazze’de mücadelenin sembolü olan İzzettin El-Kassam’ın hocası Reşid Rıza’ya selam olsun. Rabbim onların yollarında yürümeyi bizlere nasib-i müyesser eylesin.
Ali Rıza Temel hocamızın işaret edici gibi Reşid Rıza, Kur’an’ı ıslahı merkeze alan bir hidayet kitabı olarak görüyordu. Reşit Rıza’nın Menar’daki çabaları, Menar’ın tamamı olan 14 ciltlik çaba da buna şahitlik ediyor. O, insanın hayatla, yaratanla doğru ilişki kurmasını, nefsini terbiye için Kur’an’ın hikmetlerini öğretmesini savunmuştu.
onun hakkında beş tane iddiayı dile getirip onlara kısaca cevap vermeye çalışacağım. Ali Rıza hocamızın müzakeresine yapacak fazla bir katkı yok, hepsini destekliyoruz, hepsine altını çiziyoruz.
Birinci iddia: Nassların literal anlamını hukuki değerini terk eden reformist bir insan olduğu. Bu oryantalistler tarafından, kötü niyetli insanlar tarafından da ifade ediliyor. Bir de Reşit Rıza, Muhammed Abduh ve bu çizgi için cahil, bilmeyen insanlar tarafından böyle iddialar savunabiliniyor.
Reşid Rıza, zaruriyet ve haciyat kavramları ekseninde, çağdaş problemleri çözmek için içtihad yapmayı savunmuştur. Hayattan ve gerçeklerden kopuk pasif bir din yorumunu eleştirmiştir. Bu manada hem muslihdir, hem müceddittir, hem ıslahatçıdır, hem yenilikçidir. Ama onun yenilikçi olması, reformist olduğu anlamına gelmez.
İkinci iddia: Fıkhın, dört temel delili olan Kur’an, sünnet, icma, kıyas yerine maslahat kavramını fazla öne çıkardığı iddiası. Reşid Rıza Kur’an ve sünnetin sabitelerine son derece sadık kalmıştır. Mütegayyirat yani değişime açık olan illetli düşünceleri yeniden yorumlamayı, İslami ilimlerin ihyasını ve hurafe kapısından giren tortulardan Müslüman zihinlerin kurtarılmasını amaçlamıştır.
Üçüncü iddia: Seküler parlamento yasamasına zemin hazırladığı iddia edilmiştir. Reşid Rıza istibdada, yani diktatörlüğe karşıdır. Her Müslüman karşı olmalıdır. Çünkü Rabbimiz Kur’an’da “onların işleri şura iledir” buyuruyor. İstişare kelime anlamını hatırlayalım burada. Bal çıkarma demek, kovandan bal çıkarma. Dolayısıyla istişare de fikir kovanından, hikmet kovanından, bal çıkarma usulüdür, her mümin için de hangi işi yaparsak yapalım, şura ve istişare şarttır. Dolayısıyla bu iddia da temelsizdir.
Dördüncü iddia: Mezhepsiz olduğu iddiası, Reşit Rıza’nın dinin mezhepçilik bağımlılığından kurtarılmasını, bidat ve hurafelerden arındırılmasını, mezheplerin ayrı bir din gibi algılanmasının önüne geçmeye çalışmıştır. Yoksa mezhepleri önemsiz gösterdiği için süreç içerisinde ümmetin ortaya koyduğu içtihadları yok saydığı için değil, ihtilafların çoğaltılmasını önlemek istemiştir. Bugün olduğu gibi yakıcı bir sorun vardır onun yaşadığı dönemde de. Aslında ümmet hala aynı sorunları yaşıyor bugün. İsrail gibi bir fitne ile karşı karşıyayız. O gün de benzer sorunlar vardı. Bu ancak ümmetin beraber olmasıyla, bir araya gelmesiyle, birlikte emperyalizme karşı, zalimliğe karşı mücadele etmesiyle mümkün olabilecek bir şey. O yüzden de mezheplerdeki ihtilafların büyütülmesini, öne çıkarılmasını istememiştir.
Beşinci iddia: Ulu’l-emr, şura, icma, meşveret kavramlarını fıkıhtan değil, sosyoloji ve diğer batılı ilimlerden alındığı iddiası. Hocamızın da Rad Suresi 11. ayeti bağlamında dile getirdiği gibi bütün ıslah öncüleri gerçekten bu ayeti öne çıkarır. Çünkü toplumsal irade önemlidir, insan iradesi önemlidir. Reşid Rıza sosyolojiyi direkt taklit etmemiştir.
Neden? O kavramı aynen batıdan almamıştır. Onun yerine Kur’an-ı Kerim’de çokça kullanılan sünnet, sünnetü’l evvelin, sünnetullah kavramlarından, Kur’an’da geçen bu lafızlardan mülhem olarak “ilm-i sünen-i ictima” kavramını üretmiştir. Sosyal sorunların çözümünde bir ilim dalı olarak İslami bir metodoloji takip edilerek okunması zorunlu bir ilimdir diyor el-Menar‘ın 1911 tarihli sayısında. O modernist, reformcu değil, ıslah ehli bir öncü mü’mindir.
Rabbim taksiratını affetsin, rahmetiyle, şefkatiyle, merhametiyle, şefaatiyle muamele edesin. Onların yolunda yürümeyi, ümmeti yeniden ayağa kaldırıp, İsrail’i bu topraklardan söküp atmayı ve özgür Mescid-i Aksa’da Kudüs’te bayram namazları kılabilmeyi Rabbim hepimize nasip müessir eylesin.
OKTAY ALTIN
Bismillahirrahmanirrahim.
Değerli hazirun, hepinizi hürmetle selamlıyorum. Allah’ın selamı, rahmeti üzerinize olsun.
Tebliğci hocama teşekkür ediyorum, istifade ettik. Güzel bir sunum hazırladılar. Fevzi hocama da katkıları için teşekkür ediyorum.
Şimdi ben biraz daha farklı bir boyutuyla Menar Tefsiri‘ni ve Reşid Rıza’nın tefsir faaliyetlerini konuşmak istiyorum. Aslında benim nacizane kanaatime göre Reşid Rıza seleflerinden çok da farklı yöntem izlememiştir. Çünkü müfessirlerin bir çoğu tefsir yaparken kendi çeğlarının ilmi birikimini, müktesebatını bir şekilde tefsirlerine yansıtıyorlardı. Bunun en bariz örneklerinden birisi Merhum Razi’dir. Razi’nin tefsiri için meşhur bir söz var. “Tefsirden başka her şey vardır.”
Çünkü o gün sahip olunan bilgiyi birikimini aktarmaya çalışmıştır. Aynı şey Gazali, Suyuti için de söylenebilir. Bunların eserlerinde kendi dönemlerinin bilgi birikimini görebiliyoruz.
Şimdi Muhammed Abduh’u, Reşit Rıza’yı -şüphesiz kendi katkıları, özel çabaları var ama- farklı kılan şey döneminde yaşadıkları olağanüstü siyasi ve sosyal şartları, etkisi gözetmiş olmalarıdır. Çünkü İslam dünyası ilk defa onların döneminde hakim olmaktan çıkmış bir nevi Batılı güçlerin istilasına uğramıştır. Dolayısıyla siyasi ve sosyal yapı dumura uğramıştır. Bu da Napolyon’un 1700’lerin sonlarından Mısır’ı işgaliyle başlıyor. Ve işgaller peşpeşe geldikçe İslam dünyasındaki bütün değerler alt üst oluyor, toplum yapısı parçalanıyor.
Bir de Reşid Rıza’nın yaşadığı dönemde Mehmet Ali Paşa’nın Avrupa’ya gönderip, Avrupa’da ilim tahsil edip ülkesine dönen ve bürokraside, yönetimde söz sahibi olan batılı eğitimle yetişmiş insanların rollerini de düşünmek lazım. Çünkü bunlar artık eskisi gibi İslami geleneği çok fazla sürdürmek derdinde olmayan insanlardı ve politikalarına bu yansıyordu. Bunun da altının çizilmesi gerekiyor.
Farklı etkenler var. Mesela okulların yaygınlaşmış olması.
Klasik İslami dönemde ilim zor ulaşılabilen bir şeydi ve sınırlı sayıdaki insanlar ancak ilimle meşgul olabiliyorlardı ama modern dönemlerde okullar yaygınlaşmıştı. Matbaadan sonra kitapların basımı, dağıtımı, kitaplara ulaşmak çok kolaylaşmıştı. Bence en önemli etkenlerden birisi de gazete ve dergilerin çıkmaya başlamasıydı. Şimdi takdir edersiniz ki Abduh’un tefsir notları el-Menar diye bir dergide yayınlanıyor. Reşid Rıza’nın çıkardığı bir dergide yayınlanıyor. Klasik dönemde müfessirler tefsirlerini özellikle de matbaadan önce çok az sayıda, sınırlı sayıdaki ilim talebeleri ve alimler için yazıyordu. Ve tefsirler genelde sınırlı sayıdaki insanların arasındaki dolaşımda bulunuyordu. Ama gazete ve dergilerle beraber artık yazı hemen her yere ulaşmaya başladı. Dolayısıyla yazdığımız şeyler de sınırlı bir muhataba değil, büyük kitlelere ulaştı. Bunun en güzel örneklerinden birisi de işte İstanbul’daki kıraathanelerdi. Yani adı kıraathane, okuma evi. Neden? Çünkü gazeteler çıkmaya başlamış, insanlar orada bir araya gelip 10 kişi, 15 kişi birisinin sesli okumasıyla, gazeteleri okuyup dinliyorlardı.
Dolayısıyla modern dönemde, yani Reşid Rıza tefsirin matbuu hale gelmesinin başlatıcılarındandır. Ve tefsir yazarken de okuma yazması olan herkesi gözetmeye başlamıştı. Yani ona göre bir dil, ona göre bir uslup ayarlama çabasına girdi. Ve Sayın hocamızın ifade ettiği geçmiş tefsirleri eleştirme boyutunda bu şekilde ele almak lazım. Çünkü O büyük müfessirler kitaplarını yine kendileri gibi olan insanlara yazıyorlardı. Dolayısıyla onları da o şartlar için de değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Reşid Rıza’nın yeni bir özelliği de yine Hocamızın belirttiği gibi, yani ilim ve zamanla müstakil hale dönüştü. Yani sosyoloji diye bir ilim yoktu mesela, psikoloji diye bir ilim yoktu. Tarih bugünkü gibi değildi. Sadece aktarımdan ibaretti ama tahlil haline dönüştü. İşte Muhammed Reşid Rıza ve Hocası bunlardan istifade ederek muhatap kitleye Allah’ın kitabını yaşanır hale getirmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla Kur’an’ın bir yaşam kitabı olduğu vurgusunu onlar çok daha fazla yaptılar.
Şöyle düşünelim! Emeviler döneminde, Abbasiler döneminde veya Osmanlı’da klasik başlangıçta, ortam İslami bir ortamdı. Yani orada her ne kadar münker varsa da yöneticiler İslami sınırın üstüne çıksalar da ortama zarar vermiyorlardı, onu koruyorlardı.
Hatta Şam’daki, 1320’deki bir Hristiyan, belki bugün İstanbul’daki bir Müslümandan tırnak içinde kullanıyorum sosyal olarak “belki İslam’ı daha çok yaşıyordu”. Çünkü Hristiyan bile olsa İslami çerçevede korunmuş ortam hayatı dolayısıyla Müslümanca kurallara dikkat ederek yaşamış oluyordu . Oysa Reşid Rıza’nın döneminde bu toptan değişmeye başlamıştı ve bu değişimi en önce gören alimlerden birisi o olmuştu.
Şimdi Reşid Rıza’ya yönetilen en büyük eleştirilerden birisi Muhammed Abduh’a da yönetiliyor. Kur’an’ı bilimle anlamaya çalıştığı, bilimsel tefsir yaptığı, fenni tefsir yaptığı şeklinde iddialar var. Bu iddia da Fil sûresi tefsirinde gösterdiği “ve ersele aleyhim tayran ebâbîl” ifadesindeki “tayran” kelimesini mikrop olarak değerlendiren tabiinden bir rivayeti aktarması üzerine inşa ediyorlar. Oysa Reşid Rıza’nın Menar Tefsiri‘ne bu bağlamda farklı açılardan gözatıp okunduğunda ısrarla onun bir bilim kitabı olmadığı, bir hukuk kitabı olmadığı, bir hidayet ve hayat kitabı olduğu vurgusunu çok fazla görüyoruz.
Ama Reşid Rıza diğerlerinden farklı olarak Kainat sahibi olanın Allah olduğunu biliyor, eğer ortada bilimsel bir gerçek varsa bunun adetullah ile çelişmeyeceğini söylüyor. Bilimsel verileri mutlak kabul etmiyor, sadece muhatabını ayetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için onları hatırlatıyor diyelim.
Teşekkür ederim. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
(Söz alıp katkı sunan ve soru soran İdris Demir’in ses kaydı çözülemedi)
MEHMET ÇELEN
“Reşid Rıza’nın Siyaset ve Hilafet Tartışmalarına Yaklaşımları”
Bismillahirrahmanirrahim.
Muhammed Reşit Rıza’nın hayatıyla ilgili kısımlar anlatıldı. Ben daha çok siyasi mülahazalar üzerinde duracağım. Tabi siyaset ve hilafet üzerine onun da kitabı da var. Ben bu konuda 1999 yılında tezimi sundum. “Muhammed Reşid Rıza’da Hilafet Düşüncesi ve Osmanlı Tecrübesi” diye. Sağolsun danışmanımız Prof. Dr. İsmail Kara’ydı. Enstitüsü de Orta Doğu Araştırmaları İslam Ülkeleri Enstitüsü’ydü. Orada bu konuyu bize verdi, kendisine teşekkür ediyorum; kendisi de hilafet noktasında birçok araştırması olan bir ilim adamıdır.
Şimdi bununla ilgili tabii ben, kitap burada, ayrıca tabi bu genelde hilafet, imamet-i uzma dediğimiz dönem gösterildi. Bunun tercümeleri de var, bizim kendi çalışmalarımız da var tabi.
Özellikle Şekip Aslan, Reşit Rıza’nın elli kitap yazdığını belirtiyor. Ben otuz bir kitabının tespitini yaptım. Belki Turan Kışlakçı’nın gösterdiği kitapta elli kitabın tamamı da vardır; bakmak lazım.
Şimdi hilafet üzerine, siyaset üzerine yazılan İslam tarihinde bir kısa özgeçmiş vereyim. Genelde usulüd-din kitapları siyaset ve hilafetle ilgili idare ile ilgili konular usulü din kitapları, akaid kitaplarında geçiyor. Daha sonra bunlar, “el-Siyaset-i şŞr’iyye” diye müstakil kitaplara da dönüştü. Ya da Maverdi’nin “Ahkam-ı Sultaniye” kitabı gibi saltanat iktidarının hükümlerini, kurallarını işleyen kitaplar gündemleşti. Daha sonra mesela Türkler İslam’a girdikten sonra Türk İslam devleti Karahanlılar döneminde yazılan “Kutadku Bilig” de hükümet olma bilgisi, idare ve siyasetle ilgili. Asıl konusu bu. Sonra Selçuklularda meşhur Sadrazam Nizamu’l Mülk’ün yazdığı “Siyasetname” var. O da çok önemli. İdari ve mali konularla ilgili; çünkü bunlar hep İslam’ın, İslami yönetimin mali, idari, hukuki, siyasi askeri alanlarını inceleyip, o günkü yönetime sunulması şeklinde yazılmış.
Osmanlı döneminde de özellikle zaten 1453-1603 yılları zirve olarak görülür. Ama o sırada Kanuni Sultan Süleyman’ın vezirlerinden, devlet adamları da yazıyor. Lütfi Paşa’nın “Asafname”si var. O da bu konuda dikkate değer kitaptır. Daha sonra 17. yüzyılda Koçi Bey’in “Risale”si, işte IV. Murad’a sunulan, Sultan İbrahim’e sunulan nasihatnameler var. Akhisari’nin sunduğu kitaplar var; Katip Çelebi ve Mustafa Naima’nın çalışmaları var. En sonunda da işte 19. yüzyıl veya 18. yüzyılların sonuna dair hazırlanan lahiyalar var.
Bu nasihatnameler ve layihalar da yönetimlere, yani Osmanlı hükümdarlarına tavsiyelerde bulunan, o günkü çözümleri, ıslah tekliflerini gündeme getiren yazılar. Yani bu kitaplar Müslüman ilim adamları tarafından hep İslam tarihi boyunca yazılmış ve gündemleştirilmeye çalışılmıştır.
Reşid Rıza’nın çalışması “el-Ḫilâfe evi’l-imâmetü’l-ʿuẓmâ” ise 1922 yılında yayınlandı. 1922 yılında saltanat kaldırılmaş ve devlet yeniden biçinlendirilecekti. Bu kitabı İslam adına verilen Anadolu Savaşlarından sonra kurulacak yeni devlete bir perspektif sunmak için yazmıştı. Ama olmadı 3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı, manevi bir halifelik söz konusuydu. Halifelik TBMM bünyesinde mündemiç denilmişti. Reşid Rıza bunu bidat olarak da görüyor, onu da belirteyim. Böyle bir fülulaştırmayı bidat olarak, uydurma olarak görüyor. Yani bu böyle bir şey olmaz diyor. Halife, Müslümanların halifesi iktidar sahibi olması lazım, güç sahibi olması lazım, orduların komutanı olması lazım, yani o Reşid Rıza 1865’de doğuyor ama onun aktif olduğu yıllar 1895-1897’de başlıyor, “el-Menar” dersi 1898’de yayınlanmaya başlıyor, tam 1935’e kadar kesintisiz 37 yıl boyunca çıkıyor. el-Menar dergisinde bütün görüşlerini sunuyor. Bu şekilde bütün İslam dünyasına da ulaşmaya çalışıyor. Sadece Osmanlı’da, Mısır’da da değil, bütün İslam dünyasında görüşlerini açıkladığı el-Menar dergisini ulaştırmaya çalışıyor.
“el-Ḫilâfe evi’l-imâmetü’l-ʿuẓmâ” kitabında siyasi konular çerçevesine şer’i hükümlerde klasik yorumları da ele alıyor. Din ve dünya maslahatını gözeten kişiye halife denir diye bir tanım da yapıyor. Sadece Taftazani’nin tanımlarını vermiyor; usulü dinden olan diğer tanımları da veriyor. Bu şekilde halife kim olabilir? Bu konuları tarihçelerine göre de irdeliyor.
Ve 3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılması sonrasında 11 Mart 1924’te Suudi Arabistan’da Şerif Hüseyin’in Halife ilan edilmesi, Suriye’de, Irak’ta Halife gibi biatların yapılması gündeme geliyor. Bunları da hem haberleitiriyor hem de bir nevi eleştiriyor yani. Hükümet olmak ayrı bir şey; ama Halifelik farklı bir olay diyor.
Halifeliğin bütün Müslümanları kuşatması gerekir; İslam birliğini sağlaması ve bu noktada gerekli çalışmaların yapılması lazım diyor.
Şimdi bu noktada şöyle bir soru akla geliyor, benim de geliyor aklıma, onu da söyleyeyim.
Mesela Osmanlı Devleti II. Abdülhamit döneminde, Allah’a rahmet eylesin, İttihad-ı İslam’ı savunuyor, İslam Birliği’ni savunuyor. Peki bu ilim adamları neden hükümetle birleşik çalışıp da İslam Birliği noktasında çalışmalar yapmamışlar, bu nokta kapalı kalıyor. Bence çok iyi araştırılması gerekiyor. Ama ben şöyle düşünüyorum, yani oryantalist faaliyetler, oryantalizm büyük ölçüde İslam dünyasına etki ediyor. İngiliz faaliyetleri de büyük ölçüde etkili. Bunun altını çizmek istiyorum. Hatta mesela Abdülhamit döneminde İngilizlerin çıkardığı bir tartışma var. Bizim hocalarımız, ilim adamları, onlar da tartışmaya katılıyorlar. Hilafet Kureyşli midir değil midir?
Neden Osmanlı Kureyşli değil de Türk’tür? Neden halifelik iddia ediyorlar? Bununla ilgili tartışmalar var. İbn-i Haldun’un dayandığı hadise göre “İmanlar Kureyş’tendir”; Muhammed Reşid’e de bunu savunuyor. Kureyşli olması gerekir diyor, önemlidir diyor.
Ancak Reşid Rıza bununla ilgili şunu söylüyor: Kureyş o gün sosyal konumu itibariyle diyor, o günkü aşiretlerin vasi gibi önde olarak kabul ettiği bir kabile. Herkes onlara tabi olacak, onların yapacağı kanunlara ve yönetime tabi olacak bir durumdalar. Bunun için Resulullah sallallahu aleyhi vesellem Kureyş’i işaret etmiştir. Ama bu, o zaman ki sosyal şartlarla alakalı bir durumdur; yoksa Kureyş ömür boyu böyle bir statüde kalsın, işte imamet onlarda olsun şeklinde değildir. Zaten Muhammed Reşit Rıza da Osmanlı hilafetini son dönemlerde savunuyor, Hilafetin ilgasından sonraki teşebbüslerde Türkler olmadan yapılan çalışmaları tamamen nakıs buluyor.
Bu konunun iyi araştırılması lazım.
Bu tartışmalar da oryantalist faaliyetlerin de etkili olduğu kanaatındayım. Bu noktada Türklerin bükülmez gücü diyor. Mesela Türkleri hilafete layık görürken Osmanlı’yı da böyle bir ifade kullanıyor. Arapları da İslam’ın kaynağını yaşatanlar olarak görüyor. Yani onların da böyle bir şey olması gerekir. Burada önemli tartışmalar yapıyor. Arapların Arap bölgesinde veya Arap olarak halife olup olamayacaaklarının analizlerini yapıyor. Sonra Osmanlı bölgesine dönüyor ama Osmanlı’ya daha şans veriyor. Hilafet’in o günkü konjönktürde Osmanlı da devam etmesi gerektiğini söylüyor.
Şimdi 1922 yılı için söylüyoruz. O bazı Mısırlı bilginlerin veya münevverleri veya Hindistanlı bilginlerin de Osmanlı halifesine tabi olmasının İngilizlerin başka oyunlarına fırsat vermemek için savunulması olarak değerlendiriyor. İngilizlerin birçok yerde egemen olduğunu görünce de Mısır’da, Hindistan’da Hilafet merkezinin olamayacağı şeklindeki ifadeleri de var. Ya Osmanlı’nın bunu yapması gerekir diyor. Ya da üçüncü bir şık sunuyor, o da müşterek bölge diyor, mıntıka, onun merkezini de Musul olarak gösteriyor. Musul’da Arap-Türk-Kürt kardeşliği şeklinde o bölgeyi işaret ediyor. Bu ihtimal olabilir diyor ama Osmanlıyı daha şanslı görüyor.
Bu noktada şunu da belirtmek lazım, çünkü ben bununla ilgili çalışma yaptığım için söyleyeceğim:
Mısır’daki 1926 Hilafet Kongresi’ne hangi ülkeler katıldı, hangi alimler katıldı ben onları tespit ettim. Hatta bir iki ilim adamının bu husustaki makalelerini de de tercüme ettim. Ancak el-Menar dergisinde bu isimlerin ve ülkelerin hepsi yayınlanmış. Orada sunulan tebliğlerin tercüme edilmesi çok önemli bence. Onları tercüme etmek lazım.
Hindistan’da Hilafet Hareketi var biliyorsunuz o dönemde. 1924’te kaldırılınca böyle değişik bölgelerde hareketlenmeler oluyor; ama tabi Reşid Rıza’nın da belirttiği gibi İngilizlerin işgali altında olduğu için orada fazla sonuçlar alınacağı kanaati kendisinde oluşmuyor. Sadece stratejik şeyler yapılabilir diyor. Afganistan Türkiye’ye örneğini veriyor, Bir de İran’la ilgili de Şii İmamiye mezhebinin bu noktada başka halifeyi kabul edemeyeceğini belirtiyor. Ancak onlarla da stratejik ortaklıklar oluşturulabileceğini ifade ediyor.
Bütün bu gözlemlerinin içinde müctehid halife yetiştirmek için Davet ve İrşad Enstitüsü kurulmasını öneriyor. O da 1912 yılında Kahire’de kuruluyor. 1913’de faaliyete başlıyor. 1916 yılında da Mısır hükümeti kapatıyor.
Yani birinci dünya savaşı oluyor ama Orada halifelikle ilgili birçok öneriler var. Şu dersler okunmalı. Halife ve müçtehidlerin yetişmesi sağlayan medrese-i aliyye programı, bakın bu önemli, işte ilim ve irşad diye, ilim ve irşad enstitüsü diye geçiyor. Halife seçimi programı, İdari, Mali, Hilafet, İbadet ve Meclis Hizmet Programı, Genel Şura Meclisi, Fetva Meclisi ve Din-i Şer’i Eserleri İnceleme Meclisi, Hükümet Başkanı, Valiler, Kadılar, Müftüler Tayin Etme Meclisi, Hükümeti Genel Denetleme Meclisi, İslam’a Davet ve Davetciler Meclisi, Hitabet ve Hizmet Teşkilatı, Şer’i Zekatı Toplama Harcama Meclisi, Hac ve Hareme-i Şerife Hizmet Meclisi, Yazışma Meclisi. Dahası da var. Bunları da programına alıyor.
Özellikle Şerif Hüseyin’le ilgili de çok eleştirileri var. Zaten biliyorsunuz Şerif Hüseyin 11 ayhükümette kalıyor, 11 ay sonra İngilizler tarafından Malta’ya sürgün ediliyor. Sonradan işte tekrar halife yapılabilecek isimler konuşuluyor ama İngilizlerin öyle bir maksadı yok. Zaten 1924’te bu tabii süreç içinde yazılanlar 1922-1924’te de halifelik kaldırılmış oluyor. Kaldırılmış demeyelim de meclisin manevi şahsiyetine mündemiçtir diye bir ifade ile belirtiliyor.
Yani benim dikkatimi çeken en önemli nokta, Osmanlı şer’i esaslarını uygulayan bir devlet, İslam Birliği’ni savunan, tabi İttihatçilere karşı önce destekliyor, onları destekliyor. Bu Meşrutiyet için mesela 1908 “Osmanlı inkılabı” diyor. Meşveret diyor. Halbuki onlar, yani biz araştırdığımızda çok değişik oyunların döndüğü 1908-1909 görebiliyoruz ama o gün farklı şartlar tabii. Görememiş diyeceğim, alkışlıyor diyeceğim yani alkışlıyor. Bunlar da hoş görünmeyen şeyler.
Tabi biz geriden bakıyoruz ama yine de o günü tanımlamak açısından önemli. Yani 1913, 1910, İstanbul ziyaretleri var, bu davet ve irşadla ilgili ittihatçılardan destek arama var, hiç kimse deoralı olmuyor. Hatta imzalama Talat paşa’ya geliyor, Talat paşa yapıyor yani. Ya bu gibi şeyler, aslında çok şeyler var da söyleyecek.
Teşekkür ederim, sağ olun.
MUSA ÜZER
Selamunaleyküm,
Hayırlı akşamlar.
Şimdi, bir kişinin bir ömrünü, bir ömrünün düşünsel yönünü konuşmak, biraz daha kolaydır. Fakat siyasal hakikati, siyasal tecrübesini, siyasal tezlerini değerlendirmek, analiz etmek şüphesi biraz daha zordur. Çünkü insanın da topluma bağlı olarak değişkenliklerinden bahsediyoruz. Çelişkili gibi görünen, durumları izah etmek gerekiyor veya çelişkili gibi görünen gerçeklikler söz konusudur bir kişinin hayatında, biyografisinde. Üstelik 19. asır ve 20. asır gibi Müslümanların en çetin alt üst oluşları yaşadığı hatta bütün bir insanlığın, insanlık tarihinin en çirkin alt üstleri yaşadığı bir dönemden bahsediyorsak… Ancak o dönem içinde hemen şunu söyleyeyim. İslami hareketler ve İslami hareketlerin temsilcileri ve öncüleri ile ilgili olarak değişmeyen bir gerçek vardır.
Yaklaşık 150 yıllık hikayemizde, belli çevreler o dönem İslami hareketlerin öncülerini, temsilcilerini, bedel ödemiş insanlarını, onlar hakkında iftira atarlar, karalamalarda bulunanlar, gerçeklikten tamamen kopuk bakış açıları ortaya koyarlar.
Şüphesiz ki bu açıdan bu ithamlara en fazla maruz kalan kişilerden birisi de merhum Muhammed Reşid Rıza gelmektedir. Tıpkı onun içinde bulunduğu, bağlı olduğu ekolde Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh hakkında olduğu gibi. Yani bu tür somut töhmetleri görmeyelim, atlayalım diyebilir miyiz?
Örneğin Ekrem Buğra Ekinci’nin “Kalemundaki Bukalemun”
başlıklı Reşid Rıza’nın doğduğu yere ithafla ilgili yazısını okumuştum. Nasıl ki bazı selefilerin bazı isimleri yücelten medhalleri varsa, İslami harekete ve öncülerine de yönelik, inanılmaz iftiralar, hakaretler, töhmetler söz konusudur. Buğra Ekinci’nin kendisinin ve Işıkçılar cemaatinin, Türkiye Gazetesi cemaatinin bu anlamda değişmeyen sistemli saldırıları söz konusudur. Özellikle de Türkiye’de iktidarın dindarların önünü açma sürecinden istifade ederek bu kötücül tezlerini sosyal medyanın da imkanı ile çok fütursuz bir şekilde dinlendiriyorlar.
Reşit Rıza’nın örneğin, ıslah ve tecdid kavramlarını illa modernist savunma altında değerlendiren, bu konularda ısrarla vazgeçmeyen İsmail Kara’nın değerlendirmelerinde olduğu gibi. Hiç eleştiriye gelmeden İslamcılığın üstadı diye lanse edilir. Maalesef İslamcıların ya da Müslümanların çoğu onun bu metinlerinde ne dediği üzerinde de yeterince eleştirel bakmıyorlar, öyle anlamıyorlar. Ya da mesela, İslam’ın siyaset yapısına ilişki ve hilafete ilişkin tarihsel sürece ilişkin eleştirilerinden yola çıkarak Reşit Rıza’nın bu yöndeki tespitlerine, siyaset teorisine ve hilafete yönelik eleştirilerinden yola çıkarak onun ve Menar Ekolü’nün Mustafa Kemal’in hilafeti kaldırmasına destek verdiğini iddia eden Hizbuttahrir metinlerinde olduğu gibi.
Yani bu anlamda çok değişik çevrelerde, değişik kişilerde, gerçekten de vicdanla, tarihsel gerçeklerle örtüşmeyen, klasik, şablonik değerlendirmeler eleştiriler, vardır. Ya da kendileri dibine kadar milletçi cahiliye bataklığına, Türk milliyetçi cahiliyetine batmalarına rağmen, bütün ömrü boyunca, bütün bir alem-i islamı sırf Allah rızası için gezerek Müslümanların birliği, ihyası, direnişi için gezen bu insanları Arap milletçisinin öncüleri, sözcüleri gibi yansıtma var. Bu da yine bugün de çok rahatlıkla akademiye bakın, daha dün baktım, zaten kabul eden hoca da islamcılık eleştirileri meşhur olan bir Türk milletçisi kişi. Çok rahatlıkla bunlar söylenebiliyor.
Dolayısıyla şunu yapmamız lazım. Yani İslami Hareketleri, islami Hareketlerin öncüleri, İslami Hareketlerin bedel ödemiş önderleri yaşarken sıkıntı çektiler, vefatlarından sonra da rahat bırakmıyorlar. Onlarla ilgili her türlü iftira hakaret söylendi.
Elbette ki eksik ve zaaflı gördüğümüz hususları eleştirmeliyiz. Örneğin hilafet teorisiyle ilgili geliştirmiş olduğu siyaset teorisiyle ilgili yaklaşımlarına bugünden baktığımızda, imkanlı bir şekilde bütünlüğü daha iyi gördüğümüz için yapıcı ve geliştirici eleştiriler yapabilmeliyiz. Reşid Rıza’nın, -Mehmet hocam zamandan dolayı fırsat bulamadı- ama 19. asır aynı zamanda çok ciddi alt üst oluşun ve 20. asrın bugün daha kemikleştiği bir evrede, bu alt üst oluşta, örneğin Fransız devrimi sonrasında meydana gelen ulus devlet tecrübesini o zamanki Müslümanlar yeterince iyi tahlil edemediler. Ulus toplum, ulus devlet, bunun bürokratik inşası… Bunları yeni öğreniyorlardı yeterince iyi analiz edemediler. Dolayısıyla, İslamcıların daha sonra en çok kullandığı İslam Devleti tabirini ilk kullanan merhum Reşid Rıza’dır; peşinden Takiyyüddin Nebhani ve Ebu’l Âla Mevdudi. Bunun ulus devlete ne kadar benzediği, bunun ulus devletten ne kadar ayrıldığı o dönemde çok muğlaktı. Bugünki Müslümanlar ise daha imkanlı olduklarından dolayı bunları tahkik etmek durumundalar.
Ali Rıza hocamın da tefsir konusunda bahsettiği gibi, Menar Tefsiri’ni okuduğumuzda onlarla ilgili ifade edilen, onlarla ilgili oluşturulmak istenen algıdan çok daha ötede bir yerde olduklarını görmekteyiz. Tıpkı tasavvufla ilgili anlatılan konunun uçlarının gösterilmesi gibi. O zaman da çok hakkı bir şekilde belirttiği gibi Reşid Rıza, nazari tasavvufa eleştireldi. Vahdet-i vücud anlayışına, tevessül gibi konulara eleştireldi. Bu konuda net bir duruş gösteriyordu. Ama nefis tezkiyesi meselesinde İbn-i Teymiyye çizgisini önemser ve hayatında önemli değişiklik yaptığını belirttiği İmam Gazali’nin “İhya-ı Ulumid-Din”den yararlandığını belirtir.
el-Menar‘da kuru bir Kur’ancılık yapılmamıştır. Son cümlem olarak şöyle söyleyeyim: Tevfik Sıddıki, Rıza’nın talebesidir. Tevfik Sıddıki bu günün ifadesiyle “Only Kur’an” anlamına gelecek iki makale yazar, Kur’an’ın hadis ve sünnete ihtiyacı olmadığı yaklalımında bulunur. Reşid Rıza ona el-Menar’da cevap verir ve reddiye yazar.
Hepinizden Allah razı olsun.
ABDULAZİZ TANTİK
Selamun Aleyküm!
Muhammed Reşid Rıza gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken temel hareket adamlarımızdan bir tanesidir. Kendisi benim açımdan en azından ikinci kuşak olarak kabul edilir. Çünkü Muhammed Abduh sonrası Reşid Rıza, Reşid Rıza sonrası Hasan El-Benna ve onun devamı olarak İhvan hareketi gelir. Bu açıdan da özellikle ısrarla üzerinde durulması gereken önemli isimlerden bir tanesidir.
Benim asıl dikkatimi çeken şey ise ıslah ve tecdidi birlikte ele almasıdır. Biz bu ıslah ve tecdidi nasıl değerlendiriyoruz, nasıl yorumluyoruz.
Kur’an ve Sünnete dönüş bu işin en temel noktalarından bir tanesidir. Hepimiz biliriz ki Kur’an ve Sünnet’te dönüşten bahsederken; aynı zamanda Kur’an’ın ve Sünnet’in biçimlendirdiği bir karakter ve kişilikten de bahsediyoruz demektir. Eğer bu karakter ve kişilik Kur’an ve Sünnet ile inşa edilmişse aslında bir inşaî bir tutumdan bahsediyoruz demektir. Dolayısıyla belki bizim bugün Reşit Rıza üzerinden hareketle kendimize sormamız gereken şey şu, biz Kur’an ve Sünnet derken Kur’an ve sünnetin emirlerinin, nehiylerinin, ahlaki edimlerinin, ibadi edimlerinin bizim karakterimiz üzerindeki etkisi ne derece gerçekleşmektedir?
Saf söze dayalı bir söylemin aslında yüzyıllık sürecini dikkate aldığımızda, amelleşmemiş, şahidleşmemiş bir sözün ciddi bir etkisinin olmadığını çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Dolayısıyla burada salih amele dayalı tecrübe en temel özelliklerden bir tanesi olarak ön plana çıkmalıdır.
Yani siyaset kavramını da Reşid Rıza üzerinden ele alacak olursak, aynı dönemi paylaşan mesela Hint alt kıtasında veya Osmanlı’da İstanbul merkezli olarak düşündüğümüzde, Mısır merkezli olarak düşündüğümüzde siyasetin Müslüman zihin açısından neye tekabül ettiğini henüz ortaya koyabilecek yeterli bir materyalimiz vardı diyemeyiz açıkçası.
Aslında dikkat edilirse 19. yüzyılın sonlarında siyaset, daha çok düşünce bağlamında ortaya çıkmış bir siyasal hareket olarak ve bu siyasal hareket de bir iktidar aracı olarak düşünüldü. Sonuçta da iktidar üzerinden insanların, toplumların ya da kültürün ya da inancın değiştirilebileceği düşünüldü. Maalesef böyle bir düşünce süreci oldu. İslamcılar da bu helozondan uzak değildi. Çünkü islamcılığın temelinde siyasal karakter baskındır ve maalesef o baskın karakter süreç içerisinde bazı alanlarda bazı ahlaki zaafların bizatihi sebebi olmuştur.
Bu hususu gözardı etmeden düşünmemiz gerekir. Yani objektif koşullar her zaman bize şu son yüzyılı dikkatle izlediğimizde, bir Müslüman olarak, bir İslamcı olarak, İslam’ı kesinlikle dava edinen bir entelektüel olarak baktığımız zaman, şu son yüzyılda ortaya konan kültürün, kendisinin bir yeni sosyoloji inşa etmede yetersiz kaldığını herhalde yaşayarak bizlere öğrenmiştir.
Dolayısıyla geldiğimiz tecrübeyi dikkate almadan hareket etmenin, kendisi başlı başına bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bunu nasıl aşabiliriz meselesi bence çok önemlidir.
Burada yine Reşid Rıza gibi temel öncülerden hareketle mesela Hint alt kıtasında ıslah hareketinin 1700’lü yıllardaki en önemli ismi Şah Veliyyullah Dehlevi en temel isimlerden bir tanesi ve belki de İslamcılığın başlangıç noktası olması gerekirken, bilebildiğim kadar onun Türkçeye çevrilen sadece iki üç kitabı vardır. Bu şahıs üzerine yapılan çok ciddi çalışmaların olmadığını da gözlemleyebiliyoruz.
Hatta İslami faaliyetlerle ilgili olan arkadaşların önemli bir kısmına sorsak, mesela bu alimden ne kadar haberdarlar, sorusunun cevabı çok manidar olur. Bu soru tecrübi birikimimizle ilgili bize önemli cevaplar verebilir gibi geliyor bana.
Evet, bu çerçeve içerisinde bence bizim Reşid Rıza ve benzeri çığır açan öncülerimizi ya da onları değerlendirme ölçülerimizi üzeride müşterek talimlere ihtiyacımız var. Müslüman aydınlarımızı ve dava adamlarımızı kendi tarihi şartları içerisinde doğru bir şekilde anlamalıyız ve biz kendimizi onlardan bağımsız olarak, belki de bugünün koşullarını doğru bir şekilde idrak ederek yeni dava insanlarının, yeni dava mütefekkirlerinin açığa çıkması için çaba göstermeye gayret etmeliyiz.
Hayırlı akşamlar diliyorum.
(Söz alıp katkı sunan ve soru soran Esra Çiftçi Dindar’ın ses kaydı çözülemedi)
HAMZA TÜRKMEN
“M. Reşid Rıza’nın Islah ve İnşa Mücadelesindeki Yeri “
Bismihi Teala!
İslam direniş; ıslah ve inşa öncülerimizi değerlendirmemiz sadece onları bir anma, bir övme değil, hem onların kendi dönemlerindeki değerini ortaya çıkartmak hem de o dönemleri yani yakın dönemimizi analiz etmek, köklerimizi irdelemek çabasıdır.
Son iki-üç asır Batılıların teknolojik gücü ve işgalleri karşısında ağır bir mağlubiyet hali yaşadık. Mağlubiyetlerimizin iç ve dış nedenleri konusunda bilgilendikçe, diyaloglarımız arttıkça Müslümanlar daha çok hem fikir haline geliyorlar diye düşünüyorum. Yani mağlubiyet boyutuyla merkezden kırsala enerjimizin azalması ve melez kimliklerin yaygınlaşmasıyla ilgili trajik bir tabloyla karşılaşmamızdan hepimiz muzdaribiz.
Örneğin, 1798-1802 yıllarında Fransızlar Mısır’ı işgal etti.1882’de Mısır’daki yabancı tüccarları korumak için üç tane İngiliz gemisi diğer üç tane Fransız gemisiyle beraber İskendiye’yi bombaladı. Ama sadece üç İngiliz gemisi bir tabur veya üç bölük asker İskendiye’yi işgal etti. Bir ay içinde de Kahire’yi ve tüm Mısır’ı işgal etmiş oldular. Yani bu gerçekten dramatik ve tarajik bir durum. Bu durum, mağlubiyetimizin iç nedenlerimizi ön plana çıkartıyor. Bu trajedi Osmanlıda da var tabi ki.
Bu işgal vakıası yanında başka bir trajedi daha: Mısır’da devlete ya da Hidivliğe bağlı sadece 68 okul var. Ama 329 tane misyoner okulu var. 739 tane yabancı özel okul ve kolej var. Yani bu tablo gerçekten dış mağlubiyet nedenleri açık ediyor büyük ölçüde.
İki, Kur’an-ı Kerim’de değişik surelerde, ben sadece ikisini çok nokta ifade, Enfal Suresi’nde “nimetten uzaklaşma” hali anlatılıyor, 53. ayette ve Furkan Suresi’nde Resulullah’ın diliyle “Kavmim Kur’an’ı mahcur hale getirdi” ifadeleri. Yani bu vahyi cümlecikler de mağlubiyetlerimizin başat iç nedenlerine işaret ediyor ve bir ufuk gösteriyor. Bu halleri yaşadık ve yaşamaktayız.
Bu konuyla ilgili Reşid Rıza II. Meşrutiyet’ten önce “el-Menar” dergisinde 1906 yılında, bakın şu tespitlerde bulunuyor: “Müslümanlar İslami öğretilerini ve temel ahlaki prensiplere bağlılıklarını gevşetince ve bu değerlerden uzaklaştıkça İslam dünyası durağanlaştı ve zalim sultanların denetimi altına girdi.”
19. yüzyılın sonunda küffarın dış kuşatması ve kendi iç zaaflarımızı aşmak konusunda Kalamunlu Reşid Rıza ciddi bir arayış içindeydi. Ve klasik Osmanlı medreslerinde var olan eğitim formuyla yetişmiş olan babasının kütüphanesinde “Urvetu’l-vuska” mecmualarını bulup tahkik edince büyük ölçüde etkileniyor. “Urvetu’l-vuska” o dönemde Müslümanların hakim olduğu ümmet coğrafyasının hiçbirinde yayınlanamamıştı. Ancak Fransa’da yayınlanma imkanını bulabilmişti. Ve Müslümanların ilk mecmuası veya gazetesidir. Modernizmle karşılaştığımızda ilk basın-yayın aracını Urvetu’u Vuska Cemiyeti kullanmıştır. Ve bu mecmua Müslümanların tüm ümmet coğrafyasıyla ilk iletişim kanalıdır. Bu çok önemli bir şey, o dönem için, o döneme gittiğinizde; ve aynı zamanda “Urvetu’l-vuska” sistem içi araçları kullanmanın da fıkhını ortaya koymuştur. Bu da çok önemli; hala bunları tartışıyoruz biz. Dernek, vakıf, parti filan… Bu konularda İslami bir ölçü belirlemiş. Bu çok çok değerli bir şeydir.
“Urvetu’l-vuska”, Müslüman coğrafyanın hem ruhi hem maddi imkanları için önce yukarıdan bir fotoğraf çekimi yapmıştır.
Bunu yaparken onlar, ifade edildiği üzere Hindistanlı Şah Veliyyullah Dehlevi, Kazanlı Abdülaziz Kursevi ve Mercani’nin vahiy eksenli yeniden İslamlaşma ıslah ve inşa; Enfal suresinde belirtildiği üzere “ümmetin gücü yettiği kadar kuvvet oluşturmak” niyet ve çabalarını vakıa temelinde de nass belirleyiciliğinde de tahkik ve tertile tabi tuttular.
Şimdi, Reşit Rıza son yazdığı ve 1934’te yayınladığı kitabı “el-Menâr ve’l-Ezher” de dergisinin “Urvetu’l-vuska”nın misyonunu devam ettirmek, onu geliştirmek istediğini ifade ediyor.
“Urvetu’l-vuska”nın bu misyonunu ilk defa “el-Menar” dergisi 1898’de icra yoluna koydu. Benzer içerikteki formu, aynı kaygıyı taşıyan 1908’de “Sıratımüstakim”, 1912’de “Sebilürreşad” İstanbul’da; 1924’te “Mecelletu’l Zehra” Mısır’da çıkıyor. Hint kıtasında 1925’te “Tercüman-ı Kur’an” çıkıyor. 1926’da Cezayir’de “eş-Şihab” çıkıyor ki onunla beraber Bin Badis’i hatırlayalım. 1936 Tunus’ta “Mecelletu’z Zeytuniye” çıkıyor.
Bunlar direniş ruhunu yaygınlaştıran, ıslah projesini genele açan fikir ve aksiyon dayanaklarımız ve köprülerimiz.
Türkiye’de de 35 yıllık aradan sonra bu program ve çizgi doğrultusunda çıkmaya çalışan ilk dergilerimiz 1958’de çıkmaya başlayan “Hilal”; 1976’da çıkmaya başlayan “Düşünce, Kriter, Nesil” dergileri ve benzer kaygılarla yayınlanan sonraki dergiler. Aşağı yukarı aynı çizgiyi ifade ediyorlar.
Tabi ki kendi tarihi şartlarında ulaştıkları perspektif, birikim ve imkanlar dairesinde bunları yorumlamak gerekir.
“Urvetu’l-vuska” dergisini çıkartan ıslah öncülerimiz hakkında biyografik değerlendirmelerinde, Sünni kökenli Mehmet Akif, Muhammed El Behiy, Muhsin Abdülhamit, Muhammed Ammara; Dürzi kökenli Şekip Aslan; Şii kökenli Ayetullah Mutahharri, Hüsrev Şahi, Muhammed Fadlullah ve ayrıca Ali Şeriati gibi müellifler onların İslami direniş; uyanış ve ıslah projelerini ortalama beş maddede özetlemişlerdir. En başta gösterilen videoda da aktarıldı, ama ses probleminden dolayı çok anlaşılmadı. Ben bu maddeleri tekrarlamak istiyorum. Bu beş maddede anlatılanlar dünkü ve bugünkü tüm 20. ve 21. yüzyılın bütün İslami hareketlerinin ve cemiyetlerin programlarına da ana rengini veren ilkelerdir:
Bir: Kur’an ve sünnet temel kaynak olmalıdır.
İki: Çağdaş sorunlarla, teknolojik sorunlarla -en azından ışık- bunlara birlikte bu sosyal ilişki ağı oluştu. Dolayısıyla içtihadlarımızı yenilememiz gerekir.
Üç: Dini kültürümüzü, İslami kültürümüzü bidat ve hurafelerden arındırmamız gerekir.
Dört: Her türlü emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı var kalmak için mutlaka mücadele etmek gerekir.
Beş: İstibdada karşı mutlaka şu’raya yönelik bir arayış, bir yönetim formu üretmemiz gerekir.
Reşid Rıza’nın öne çıkan bu beş madedelik programı nasıl takip ettiğini de hemen şöyle vurgulayayım:
Ali Rıza hocam tefsir bahsinde ifade etti. Reşid Rıza’nın oradaki o usul ve tarz doğrultusunda yayınladığı kitaplarından Türkiye’ye çok azı tercüme edildi. Kitaplarına bakmak lazım. “El-Mena” dergisindeki fetvalar bölümünde, okuyuculara cevaplar bölümünde çağdaş sorunlarla ilgili sürekli verdiği fıkhî cevaplar var. Onlara bakmak lazım.
Ümmetin alimleriyle müşavere yapmak için, diyaloglar kurmak üzere birçok yeri geziyor. Bilad-ı Şam, İstanbul, Osmanlı ve Hindistan’daki gözlemleri o zaman dergide yayınlıyor. Özgür Kavak, bu gezi notlarını “İttihad-ı Osmanî’den Arap İsyanına” başlığı ile toplamış. Kitap Klasik Yayınları’ndan 2007 yılında çıkmış. Üç baskı yapmış, şu anda baskısı var mı bilmiyorum. Çok önemli vurgular var. O zamanki sosyal, siyasi, kültürel hali, arka planı anlatıyor. Davet ve İrşad Okulu’ndan bahsediyor. Burada Kahire’den ta Hindistan’a kadar uzanan irşad ekolünün öğretmenleri, vaizleri ve dava adamları yetişiyor. İfade edildi “Gerçek İslam’da Birlik” kitabında Hayrettin Karaman da Afgani ve Abduh’la beraber Reşid Rıza’yı anmış. Cemil Meriç gibi İslamî usûl ve âdâb bilmeyen, edebiyatçı tiplerin çarpık ifadeleri, tezviratları var. Bunları cevaplandırmış. Bu hususu da hatırlatmak isterim.
Reşid Rıza, 19. yüzyıldaki kendisinin ıslah öncüleri olan ilk nesille, özellikle İslam dünyasında Orta Doğu’da, 1929 – 1930’dan sonra başlayan İslami hareketler, İslami oluşumlar arasında bilgi, perspektif, strateji aktarımı itibariyle bir köprüdür.
Onun tesirinin en başta “el-Menar” dergisiyle yayılan etkisiyle ilgili sekiz örnek vermek istiyorum.
Bir: Muhammed Abduh 1903’te Tunus’a ve Cezayir’e gidiyor. “El-Menar” Dergisi’nin ne kadar etkili, ne kadar uyarıcı olduğunu yazıyor. Artı “el-Menar” dergisinin 25 Eylül 1908 tarihli sayısında İstanbul’da “Sıratımüstakim”in kurulduğunun yayın haberini veriyor. Ve “el-Menar”a “Sıratımüstakim”den gelen istek bildiren bir mektup var. Onu yayınlamışlar, hemen okuyayım:
“Sahip olduğumuz eserleri hükümet-i sabıka hamam külhanlarında, (yani hamam ocaklarında) yakacak yapmıştır. Şu andan itibaren yeni bir hayata dahil oluyoruz. Değerli mecmuanıza gelince cümle alemde meşhurdur. Bizler, miskin Türk kardeşlerimizin de sizin ilim sohbetinizden bir pay almalarını arzu ediyoruz. Bu mevzuda sizin al-i cenab yardımlarımıza ihtiyaç duymaktayız. Bu sebeple dergimizin nüshalarının tamamını ve bundan sonra yayınlanacak olanlarını vaktinde göndermenizi, Mısır’da yeni yayınlanmış kitaplardan da bizi haberdar etmemizi çok rica ediyoruz.”
Mehmet Akif’ler, Hacı’nın kahvesi var Şehzadebaşında, oraya Reşid Rıza’nın Lübna’dan arkadaşı İzmir valisi, kendisine uygun bir kanalla ulaşan “el-Menar”ları el altından, Hacı’nın kahvehanesine yolluyor. Akif ve arakadaşları da ilgi duyanlara yine el altından el-Menar”ı tevzii ediyorlar ve böylece İslam dünyası ile iletişime katılıyorlar. O dönem için çok değerli irtibatlar ve açılımlar.
İki: İstanbul’un akabinden Nedvetu’l Ulema Cemiyeti ve Şibli Nu’mani’nin davetiyle Hindistan’a ulaşıyor. Hindistan gözlemleri de dergiye yansımış, çok önemli. Aligarh Üniversitesi, İslam modernizminin ilk halkası. İngilizlerin onları nasıl desteklediğini ve Sih’lerin eklektik algılarını anlatıyor. Aynı zamanda oradaki aşırı mezhepçi Hanefiler ile aşırı şekilci Hadis Ekolü’nün çarpışmasını engellemek için diyaloglar kuruyor; ve onlara hitabeden “Kardeşlerim İslam’ın asıllarına sarılın, bakın düşman karşıda, hepimizi sömürgeleştirecek, ortak düşmana yönelin” tarzında yaklaşımları var.
Üç: Bilad-ı Şam’da Fransızlara karşı Lazkiye’den ve İngilizlere karşı Hayfa’dan kalkarak fiili bağımsızlık mücadelesi için cihad cephesi açan İzzetin Kassam, el-Ezher’de Abduh’un öğrencisidir; “el-Menar” dergisinin takipçisidir. Aynı zamanda Reşid Rıza’nın talebesidir, bir direnişçi ve ıslahad vaizi olmuştur. İki tarafta da silahlı mücadeleyi başlatmıştır. Ve Suriye Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurucusu Mustafa Sibai de Reşid Rıza’nın Davet ve İrşad Akademisi’nin mezunudur.
Dört: Metodolojik bağlamda dirayet tefsiri yazan herkesin bu iletişim çağında bütünlükçü perspektif adına ve Kur’an açıklamalarıyla Müslüman halkı neşriyat yoluyla irtibatlandırma tarzı olarak Menar Tefsir’ine bakması gerekiyordu. Ki öyle de olduğunu görüyoruz. Onun güncel medeni ve stratejik konulara nass temelli yaklaşımlarını bilmeden gerçekleştirmeye çalışılan hareket programları, dünkü ve bugünkü Müslümanların realitesinden kopukluğu ifade eder.
Beş: Onun, Rabbimizin “şûrâ” uyarsının ve “ulu’l-emr” hükmünün yani emrinin Abduh ile birlikte açılımları, o dönem için çağdaş Müslim halkları bilinçlendirmeye yönelen, yol gösteren bir fener gibiydi . Bugün içinde hala, en azından Türkiye Müslüman birikiminde onların gösterdiği öğrenilmesi gereken bir ufuktur. Çünkü bu konu -kendi şahidliğimin çeperi içinde söylüyorum- yeterince anlaşılabilmiş ve uygulamalı bir modele dönüşmüş değildir.
Altı: Osmanlı yönetiminin istibdadına karşı çıkmasına rağmen, Arap ayrımcılığı yapan ideolojik akımlara karşı Osmanlı birliğini, İttihat-ı İslâm perspektifi ile savundu. 1911 yılında var olan İslâmi bağlar adına tüm Mısırlıları, yani Garbuşşam yani Tripoli’nin İtalyanlar tarafından işgaline karşı direnişe davet etti. Biliyorsunuzdur; bu çağrıyı cevap verenlerin başında İzzet Kassam geliyordu.
Yedi: Mustafa Kemal ve arkadaşlarının İttihat-ı İslâm çağrısına ve pratiğine daha sonraki ihanetleri ve Hilafet makamını 1928’de 24 Anayasası’ndan “Devletin Dini islamdır” maddesini çıkarmasıyla tasfiye etmesi yeni İslami yönetim arayışları doğdu.
Rabbimizin Nur suresinde iman edip “salih amel işleyenleri, tıpkı kendilerinden öncekileri nasıl halifeler kıldıysak, bu güzellikleri gerçekleştirenleri de yönetime getireceğiz, istihlaf sahibi kılacağız.” vaadi çevresinde hilafet ve Müslümanların birliği gibi çözüm arayışları içinde oldu.
Hilafet konusundaki yaklaşımları o zaman ki çözüm arayışlarıydı. Bu çözüm arayışlarına en ciddi olarak da daha sonra 50’li yıllarda Takuyyiddin Nebhani ve Ebu’l Âla Mevdudî el attı. Yani o günün şartlarında yönetimle ilgili boşluk vardı. Müslümanların birliğini sembolik de olsa temsil eden böyle bir hilafet makamı kaldırılmıştı. Ne yapacaklardı? Müslümanların birliği nasıl sağlanacaktı?
Dediğim gibi, bu çabaların İslami mücadele ve süreklilik adına büyük değerleri var. Bu değeri o dönemdeki boşlukları kavrayarak anlamak lazım, o anladığımız formu bugün nasıl kavrayıp nasıl geliştirebiliyoruz? Yani sorun bizde, bizlerde…
Sekiz: Reşid Rıza gözlem, okuma ve irdeleme, yani diyaloglar sonucu, Batılı paradigmanın fıtri adalet arayışının sonucunda kurguladığı eşitlik, adalet ve özgürlük algısını Batı için imkanlar ve imtiyazlar olarak, ama Batı dışı toplumlar için yoksulluk ve kölelikle eş değer olarak anlamlandırdı. Batı’nın ikiyüzlü olduğunu ifşa etti.
O dönemlerde daha Masonluğun ne demek olduğunu bilmiyoruz. Şeyhülislam bile bir Mason Locasına girmiş İstanbul’da. Bilmiyoruz. O dönemde Batılı kavramların içeriğini de daha yeni yeni keşfediyoruz.. Mesela Ulus kavramını bilmiyoruz. “Sebilurreşad” bilmiyor mesela. Ulusculuğu klasik anlamda kavmiyetçilik olarak ele alıyorlar çoğu zaman. Yani yeni öğreniyorlar. Bu çok önemli bir süreç. Yani Batı nedir, Batı medeniyeti nedir, pozitivizm nedir sürekli çeviri kitaplardan okuyorlar ve aykırılıkları ifşa ediyorlar. O Masonluk olayı da böyle çok önemli. Cemalleddin Afgani ve Muhammed Abduh önde gelen ricalle diyalog kurmak için Mısır’da Loca’ya giriyorlar aama kısa bir süre sonra içeride tartışmaya başlıyorlar. Ve dediği gibi Ali Rıca Hocanın El-Ezher Camii’nde çıkıyor İngiliz Veliahdı’nın Kahireye geldiği gün ülkedeki İskoç Mason Locası’nın rolünü ifşa ediyor ve bu Masonluğun İngilizlerin beşinci kolu olduğunu ilan ediyor. Ama daha sonra kendisi de Urvetu’l-vüska Locasını kuruyor. Çünkü loca o zaman vakıf, cemiyet anlamına geliyor. Yani bu kavramlar kendi döneminde değerlendirilmeli ve öyle bakılmalı.
Son olarak, bunların yanında ayrıca Reşid Rıza, memleketi olan Bilad-i Şam’ın emperyalist işgalden kurtuluşu için fikri mücadelesi yanında fiili ve diplomatik mücadele örneklikleri de sergiliyor. Bu konuyu da yedi maddede özetleyeyim ve bitireyim:
Bir: O, Suriye adına, orada Cemiyeti Akvam’dan İngilizler, Fransızlarla manda anlayışına karşı temasları ve tartışmaları var.
İki: Filistin’in siyonistlerce muhtemelen işgaline karşı 1931’de Kudüs İslam Konferansı’nda Emin Hüseyini, Muhammed İkbal, Musa Carullah, Şekip Arslan, İzzet Derveze, Aytullah Tabatabâî, Abdullah Azzam gibi isimlerle kafa yoruyor, Kudüs bir’te yüksek okul açma projesi geliştiriyor.
Üç: Rıza 1920 yılında “el-Menar” dergisinin 398. sayfasında Mısır’daki İngiliz yönetimi reformlarının orta tabakayı zenginleştirdiğini; ama İngiliz çıkarlarına hizmet ettiğini açıklıyor. Bu günlerde halkı uyandırmak için İngiltere manda yönetimiyle mücadele etmek için Müslümanları cemiyetler kurmaya davet ediyor. Biz daha 70-80’li yıllarda “Dernek olur mu; vakıf olur mu; parti olur mu?” diye tartışıyorduuk. Onlar ise daka “Urvetu’l-vüska” döneminde cahili sistem içi mücadele formunu tartışmışlar… Ve kendisi de Müslüman Gençler Cemiyeti’ni kuruyor. Müslüman Meclisler Cemiyeti, İslam Medeniyeti Cemiyeti ve daha birçok İslami Cemiyet bu teşviklerle kuruluyor.
Beş: 1929’da derginin 385-93. ve 450-68. sayfalarında ise İngilizlerin Arapların ortasında Yahudileri kullanarak onları güçsüz düşürmeyi ve ihtilafları çözmek için kendilerine bağımlı hale getirmeyi çalıştıklarını yazıyor. Siyonist tehditlere karşı barışçı yollardan şiddet içerenlere kadar uzanan birçok yol önerisi ortaya koyuluyor.
Altı: 1929’da Reşid Rıza derginin 452. sayfasında şunu yazıyordu: “Avrupalılar gibi İngilizlerin de saygı duydukları ve korktukları tek şey güçtür.” Ve 1930’da “Yabancı malların boykot edilmesi; sivil itaatsizlik; kanlı bir devrim” çağrısı yapıyor. “El-Menar”, sayfa 219. Bu çağrı doğrultusunda Mısır Hidiv’ine karşı 1932’de ilk genel kongresini yapan İhvan-ı Müslimin’in, Hidiv’e ve İngilizlere karşı Hür Subaylar Hareketi ile ittifakını anlamlandırmamız herhalde mümkün.
Yedi: Yine Şekip Aslan, biyografik eserinin ikinci cildinde mektuplar bölümünde Reşid Rıza’nın bir mektubu var. Rıza, İhvan-ı Müslümin’den önce kurucusu olduğu o Müslüman Gençlik Cemiyeti’nin Yüksek
Kurulu’na çağrıda bulunuyor. Bu çağrı da iki şık çok çarpıcı: “A- Mısırlı tüccarlarla anlaşıp yabancı mallarına karşı boykot başlatılmalıdır. B- Müslüman Gençlik Cemiyeti’nin üyeleri askeri birlikler şeklinde organize edilmelidir.” 1948 Savaşı’ndan önce İhvaı Müslimin Filistin’de Nizamu’l Has adlı silahlı bir direniş örgütü oluşturdu. Bu teşebbüs, 18 yıl önceki Reşid Rıza’nın askeri birlikler oluşturulması çağrısının bir cevabı olarak değerlendirilebilir. Nizamu’l Has’ın devamı da İzzeddin Kassam Tugayları oldu.
Allah onlara rahmet eylesin. Rabbimiz Muhammed Reşid Rıza ve ıslah öncülerimiz, Nebilerle, Sıddıklarla, Şüheda ile ve salihlerle birlikte haşretsin. Bizlere de onların yolunu anlamayı, sürdürmeyi ve geliştirmeyi nasip eylesin.
AHMET AĞIRAKÇA
Bismillahirrahmanirrahim.
Mütefekkir alim Muhammed Reşid Rıza, son dönem düşüncesinin önemli simalarından birisidir. O, özellikle İslam dünyasının Kur’an ve Sünnet doğrultusunda Resulullah’ın ve Raşid Halifelerin uygulamalarının devamı olarak bir toplumun, bir yapının oluşması için tefsir ve içtihad
konularında görüşleriyle öne çıkmış bir isimdir. Onun fikirleri hem selefi hem de ıslahatçı bir çizgiyi arz eder. Selefi derken Hamza Türkmen kardeşimle bizim selefilik yaklaşımlarımız birazcık daha farklı. Şahsen ben Reşid Rıza’nın selefilik tarifini daha çok benimsiyorum ve beni daha çok tatmin ediyor.
İttihad-ı İslam perspektifi ile fikri ve fiili mücadelesini sürdüren Muhammed Reşid Rıza’nın üzerinde durduğu ıslah hareketi Ömer İbn Abdülaziz ile başlar. Tecdit ve ıslah oradan başlıyor.
Sonra İbn-i Teymiye ve onun ekolunu sürdüren İbn-i Kayyım el-Cevziye, İbn-i Kesir, İmam Zehebi gibi ilim ve fikir adamları, İslam dünyasının doğusunda büyük değişimler oluşturdular.
Endülüs’te ise Yusuf bin Tahsin ve devletinin himayesinde yetişen Muvahhidiler uleması bu ihya düşüncesini batıda tamamen yerleştirmiş ve devlete, halka, ilim adamlarına adeta yeniden anlatmışlardır. Hint Alt Kıtasında mütefekkir Şah Veliyullah Dehlevi ıslah ve tecdid hareketini sürdürürken 19. ve 20. yüzyıllarda ise Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Muhammed Reşid Rıza, Mehmet Akif Ersoy ve izleyicileriyle muhibleri olan Eşref Edip ve onu izleyen yazar, düşünür ve siyasiler gibi ilim ve fikir adamlarının da katkılarını unutmamak lazım.
Özellikle yine asrımızda Islah ve Tecdid Hareketi öncülerinden olan Muhammed Hamidullah Hoca’nın çizgisini takip eden İslami Hareket mensuplarının olduğunu da unutmayalım. Reşid Rıza ve takipçilerin istediği ıslah, tecdit ve ihya hareketi düşüncesinde ortaya koydukları asıl fikir şudur:
İslam ümmetine mensup halkların ilk asırlardaki gibi İslam medeniyetinin yükselişinin durmasını ilkin araştırmalar alanında yeni atılımlar yapılmamasına bağlayabiliriz. Bunun nedenini daima açık olan içtihad kapısının kapalı görülmesine bağlıyanlar olmuştur. Bu özellikle Muhammed Reşid Rıza ve hocası Abduh’un önemli uyarısıdır: “İçtihad kapısı açık, onu kim kilitledi ki?” Ama biraz daha ufka bakılırken maalesef ki hemen ayağının dibine bakan bazı kimseler bu kapının kapandığını söyleme gafletinde bulundular kanaatindeyiz.
Bu eleştirebilirsiniz. Bizim düşüncemize göre içtihad kapısı kapanmaz. İla Kıyame açıktır ve Müslümanların da kendi kapları oranında mutlak surette yeniliğe açık olarak içtihadlar yapmaları gerektiğini düşünüyoruz.
Reşid Rıza ve takipçilerinin izlediği ıslah, tecdid hareketi düşüncesinde ortaya koydukları en önemli fikirlerden birisi, bu içtihad kapısının açık olduğunu ifade etmeleridir.
Reşid Rıza’nın selefilikten kastıysa, ilk üç nesil olan Selefi-i Salihinin yani Sahabe, Tabiin ve Tebe’-i Tabi’in dönemini, İslam’ın en saf dönemi olarak görür. Bu dönemdeki anlayışın yeniden canlandırılması gerektiğini savunur.
Tasavvufta ortaya çıkan aşırılıklara yani türbe ziyaretlerinden, yatırlardan medet ummalara ve hurafelere kadar şiddetli eleştirilerde bulunur. Yani onun “Ben tasavvufa karşıyım, reddediyorum” anlamından ziyade, o bu konudaki bozuk düşünce ve pratiklere karşıtlığını belirtir. O düşüncenin yani o insanların yaptıkları yanlış ibadet şekillerinden tutun, mezarlardan medet ummaya kadar hangi din bunu kabul eder? Yani İslam dini bunu kabul eder mi? Mümkün olmayan bir yaklaşımdır bu.
Siyaset ve hilafet meselesi konusundaki düşüncelerine gelince. Belki ben de yanılıyor olabilirim ama denildi ki, “Abdülhamid’in istibdadından kaçarak Mısır’a gitti”. Ben bu cümleyi şöyle izah etmeye çalışıyorum, onun görüşlerine baktığımda ki tahmin edersem Mehmet Çelen’in kitabında buna dair epey önemli açıklamalar da var. İkinci Abdülhamid döneminde uygulanan Panislamizm, İttihad-ı İslam politikasını şiddetle destekledi, onun yanında durdu.
Muhammed Reşid Rıza’ya göre Osmanlı’nın liderliği İslam dünyasını toparlayabilirdi. Ancak Osmanlı’nın zayıflığının nedenlerini de açıkça dile getirdi. Eleştirmesi gerektiği yerde de eleştirdi. Ama 1924’te Hilafetin bugünkü laik devlet tarafından kaldırılması onu derinden sarstı. Bu konudaki hilafete bakış açısını da gayet net bir şekilde anlatmakladır.
Reşid Rıza Osmanlı’nın son döneminde ve laik devletin Hilafeti kaldırmasından 11 yıl sonrasına kadar yaşamıştır. Yani bildiğimiz gibi 1924’de hilafet kaldırıldı, 0 da 1935’te vefat etti. Bu 11 yılda onun söylediklerini, hilafet ile ilgili yazdıklarını ayrı bir çalışma konusu yapmak gerektiği kanaatindeyim.
Reşid Rıza, İslam dünyasının birlik içinde olması gerektiğini savunmuş, hilafetin İslam ümmeti için bir gereklilik olduğunu ileri sürmüş, ancak hilafetin geçmişteki mutlak otoriter saltanatla karışık yapısıyla değil, şura ve istişare esasına dayalı bir sistemle devam etmesi gerektiğini savunmuştur.
Özellikle halifenin dediği dedik anlayışına şiddetle karşı şuura ve muşavere ile bu işin yapılması gerekir. Fakat şûrâ da derken Neml suresi ile Nur suresindeki iki ayete şahsen dikkat çekmek istiyorum. Onlardan birisi Sebe Melikesinin etrafındaki kimselere “bana akıl verin” demesi.
İkincisi de Firavun’un dediği kendi adamlarına bakın burada Cenab-ı Allah kitabında bu iki kelimeyi bildiriyor. Veyahut da bu konuda Sebe Melikesinin “bana akıl verin” demesi bize istişarenin nasıl yapılacağına ve önemine dikkat çekiyor.
Reşid Rıza Osmanlı Devleti’nin Osmanlı dünyasının son kalesi olduğuna inanır. Özellikle Batı sömürgeciliğine karşı direnişini ve ümmetin birliğinin sembolü olduğunu savunur. Hilafet yönetimi meşveret ve şûrâ esasına dayalıdır.
Reşid Rıza hayatının son dönemlerinde selefi, ıslahçı bir ümmet bilinci inşasına odaklandı. Bu önemlidir. Yani selefin görüşlerine dayanarak ıslahatı gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ve laikleşme süreci Reşid Rıza’yı alabildiğine endişelendirmiştir. Ve ona göre Batı tipi sekülerleşme, İslam dünyasını daha çok istila edeceğini ifade etmeye çalışmıştır.
“Urvetu’-l vuska” Müslümanlar için hem ruhi hem maddi imkanlar fotoğrafını çekip çözüm arayışlarını ortaya koyan Hindistanlı Şah Veliullah Dehleli ve öncülerinin direniş ve islah ruhunu daha güçlü ve sistematik bir şekilde geliştirmeye çalıştığı kanaatimdir.
Son olarak şunu ifade edeyim. Hamza kardeşime, bir ilave mahiyetinde ve bu konudaki düşüncemi ifade etmek istiyorum. Hamza kardeşimin ifade ettiği, tırnak içinde cümleyi arz ediyorum.
“Ülkemizde yayınlanan Düşünce, Kriter, Nesil, Yeni Ölçü, Aylık Dergi, Tevhid, Hicret, İslami Hareket, İktibas, Girişim, İnsan, Haksöz ve Ümran dergilerinin icra ettiği fikri ve fiili mücadelenin” yanı sıra Filistin’le ilgili Mescidi Aksa davasını Türkiye’de en yoğun gündeme getiren “Mektep” dergisi ve “Vahdet” gazetesiyle, birinci dönemi 1993-1995 yılları arasında yayınlanan “Değişim” dergisini de bu dergilere ilave etmemiz gerektiği kanaatimdir. Bunlar, İslami mücadele değerleri açısından diğerlerinden hiç de az değildir.
Son olarak 20. yüzyılda Hasan el-Benna ve izleyicileri olan Mustafa Sibai, Şehid Seyid Kutub ve İhvanı Müslümin’nin Hindistan’da Ebu’l Âla El Mevdudi izini süren, yukarıda Türkiye’de sayılan ve İslami mücadele veren kişi ve dergi çevreleri, bu ıslah ve tecdid çizgisini imanları gereği sürdüren şahsiyet ve ekipler söz konusudur.
Hamza kardeşimin Nur Suresi 55. ayeti zikretmesi son derece önemlidir. Burada Rabbimizin vaadi çerçevesinde “Allah içinizden bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet eden kimseler olarak iman edip Allah’ı razı edecek güzel davranışlarda bulunanlara, onlardan öncekileri halife yaptığı gibi kendilerini de yeryüzünde halife kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için iktidar yapacak, önceki korkularını güvene çevirecektir” ayetini delil göstermesi Reşid Rıza’nın perspektifine ve önemli ideolojisik yorumuna ve hedefine ışık tutuyor diyebiliriz.
Bu ayet, Allah’ın ve Rasûl’ünün razı olacağı bir topluluk ve İslami yönetim oluşturmak sorumluluğumuzu belirtmektedir. Ve Muhammed Reşid Rıza da bunu hep önermektedir. Bu noktada son cümlemi şöyle ifade edeyim.
Bu tespit önemli. Islah metodunu takip eden Ömer bin Abdülaziz’den başlayıp Seyyid Kutup’la devam eden bu düşünceler, Allah’ın vaadini de unutmayan bir anlayış doğrultusunda inşaalah İslam’ın hakimiyeti yeniden sağlanacak, İslami bir yönetim ete kemiğe yeniden bürünecektir.
Allah’a emanet olun.